İstanbul’un Havası Margaret Lee’ye Yaramadı
Topkapı Sarayı’nın Harem dairesinde, küf kokan mahzenlerden birindeyiz… Demir parmaklıkların önünde beyaz örtülere bürünmüş sarışın bir genç kadın var. Manikürlü narin elleri ile soğuk demirlere sımsıkı sarılmış, parmaklığın öbür tarafında duran uzun boylu, sarışın erkeğe bir şeyler anlatıyor… İkisinin de korkunç bir akıbetten endişe duydukları yüzlerinden belli. Beyazlı genç kadın da, uzun boylu sarışın delikanlı da gözlerini intikam hırsı bürümüş bir bilginin elinde mahpuslar. Belki de son dakikalarını yaşıyorlar… Delikanlı büyük bir gayretle parmaklıkların arasından dudaklarını genç kıza uzatıyor, sevgililer bir an her şeyi unutup kendilerinden geçiyorlar. Birden harem dairesinin bu güneş görmemiş mahzeninde bir ses duyuluyor:
– «Çay, kahve isteyen…»
Bir koşuşma oluyor. Parmaklık arkasında birbirlerine aşk kelimeleri fısıldayan genç mahpuslar biraz önceki kederli havalarından sıyrılıp gülmeye başlıyorlar. Erkek, parmaklığın önünden ayrılıp genç kadının yanına geliyor. İkisi birden yarım yamalak Türkçeleri ile «Çay» diye sesleniyorlar… Kahvecinin tepsisi karanlıkta parlıyor… Genç kadın hemen uzanıp tepsideki çay bardaklarından birini alıyor. Erkek de onu taklit ediyor. Sonra da yanlarına yaklaşan, uzun favorili şarkıcı Johnny Halliday’in benzeri erkeğe Fransızca soruyor: «Bir çardak çay ve bir sigara içebilir miyiz? İkimiz de çok yorulduk…»
Beyazlı kadın da, uzun favorili gence bakıyor: «Boğazım kurudu. Bir bardak çay içmezsem, öleceğim» diyor.
İki gün üst üste sabahın erken saatlerinden gece geç vakitlere kadar Harem dairesinde film çeviren Margaret Lee, rol arkadaşı Meksikalı aktör Claudio Brook ve diğer artistlerin yüzlerinden yorgunluk akıyor… Dört saat aralıksız devam eden çalışmalarda sadece bir tek öpüşme şahnesinin prova edilebildiğini söylerken, genç yıldızın sesi titriyor. İri gözleri, uykusuzluktan biraz daha büyümüş. Yüzünün solgunluğu, makyajın altından bile fark ediliyor.
Muntazam vücudunu beyaz naylon örtüler içinde saklayan sinemanın genç yıldızı, «Şeytanın Bahçeleri» isimli bir polisiye filmi çevirmek için İstanbul’a gelmişti… Daha önce de iki kere İstanbul’da film çevirmiş olan artisti, Türk meslektaşları son derece canlı, güler yüzlü bir sanatçı olarak hatırlıyorlardı. Bu defa ise karşılarında dünyasından bezmiş, hasta görünüşlü, somurtkan yüzlü bir yabancı bulmuşlardı…
Margaret Lee’nin canı kimseyle konuşmak istemiyor, kamera karşısında bile rol icabı gülmek ona zor geliyordu… «İstanbul’un havası bu defa bana hiç yaramadı» diyen güzel yıldız, «Geceleri bir türlü uyku uyuyamadığını, sabahın üçüne, dördüne kadar oteldeki odasında oturduğunu, sabahları da erkenden ya bir müzeye, ya bir camiye, ya da bir kalenin mahzenlerine kapanıp film çalışmalarına başladığını ve bu filmin kendisini çok yorduğunu söylüyor.
Margaret Lee mübalağa etmiyordu. Bütün sahnelerinin Türkiye’de çevrilmesi kararlaştırılmış olan filmin birçok bölümü Topkapı Sarayı’nda, Rumelihisarı’nda, esrar tekkelerinde çevrilecekti. Genç kadının şöyle İstanbul plajlarında sere serpe uzanıp güneşten ve denizden faydalanmasına imkan olmayacaktı. İşi kısa zamandan bitirmek isteyen filmciler, ağır bir çalışma programı koymuşlar, artistlere nefes alacak zaman bırakmamışlardı… İşinin çabuk bitmesini Margaret Lee de istiyordu. «Oğlum Roberto’yu çok özledim» derken yorgun gözleri buğulanıyor, bakışları iyice dalgınlaşıyordu…
Sinemada Marilyn Monroe‘nun dublörü olarak isim yapan Margaret Lee, beyazperdedeki şöhretini vücudunun güzelliğine, cazibesine borçlu olduğunu biliyor, bunu da inkar etmeye kalkışmıyor. Oğlu Roberto’nun büyüdüğü zaman bu durumu nasıl karşılayacağı sorusuna da: «Oğlum büyüyünceye kadar devir ve zihniyetler değişecek. Her halde Roberto anlayışlı davranacaktır» cevabını veriyor.
İtalyan asıllı menajer Gino Malerba ile dört yıldır evli olan artist, «Evlilik bana mutluluk getirdi» diyor. «Kocamla gayet iyi anlaşırız. Roma’da işleri olmasaydı o da İstanbul’a gelecekti.»
Rejisörün ikazı üzerine çayını ve sigarasını yarıda bırakan genç kadın tekrar ayağa kalktı, demir parmaklığın önüne geçti, o gün akşama kadar bu parmaklığın önünde öpüşme provası yapacaktı…
Bu kadarla kalsa iyi. Ertesi gün için Rumelihisarı’ndaki çalışmalar başlıyordu. Margaret Lee ve Meksikalı rol arkadaşı Claudio Brook bu defa da Fatih Sultan Mehmet’in inşa ettirdiği Rumelihisarı’nın mazgallarında tehlikeli aşk sahnelerini çevireceklerdi… Bir yanlış adımın, bir ayak kaymasının hayatlarına mal olması muhtemelken, yıldızlar tehlikeyi umursamadan rollerini en iyi şekilde yapıp genç rejisöre oyunlarını beğendirmeye çalışıyorlardı…
Rumelihisarı tarihi günlerinden birini yaşıyordu… Bir tarafta Şehir Tiyatrosu artistleri «Bir Kavuk Devrildi»nin son provalarını yaparlarken, öbür tarafta da Fransız filmcileri çılgın bir atom bilgininin eline düşen genç sevgililerin heyecanlı maceralarını canlandırmaya çalışıyorlardı. Arada sırada Fransızca ve Türkçe feryatlar birbirine karışıyor, aşağıda tiyatro sahnesinde prova yapanlar başlarını yukarı kaldırıp Fransız meslektaşlarının çalışmalarını kaçamak gözlüyorlar, ara sıra da yukarıda çalışan filmciler, rejisörün birkaç dakikalık molasından faydalanarak aşağıda olup bitenleri anlamaya çalışıyorlardı… Bu arada fotoğraf makineli, güneş gözlüklü turistler kaleye tırmanıyor, filmcilerin arasından geçip surları dolaşıyorlardı…
«Şeytanın Bahçeleri»nde başrollerinden birini oynayan Claudio Brook, Meksika’da doğup büyüdüğü için İstanbul’un sıcağını yadırgamamış. «Ben güneşi severim ama, denizle başım hoş değil» diyor ve İstanbul’u çok beğendiğini sözlerine ilave ediyor. 1952’de Meksika’da film çevirmeye başlamış olan aktör, iki yıl önce Paris’e yerleşmiş. Meksikalı Eugenia Brook adında bir artistle evli fakat ondan ayrı yaşıyor. Büyüğü on bir, küçüğü iki buçuk yaşında iki de kız çocuk babası olan aktör yakında eşinden ayrılacağını da gizlemiyor. Sevişerek evlendiği karısından ayrılmasının sebebini ise «Aramızda büyük anlaşmazlıklar vardı» sözleriyle geçiştiriyor. Sinemaseverlerin «Viva Maria» filmindeki ilgi çekici oyunuyla hatırlayacakları Claudio Brook’un İstanbul’da yeşil gözlü, esmer bir turist genç kızla pek sıkı fıkı olduğu ve onunla gizlice buluşup efkar dağıttığını da kulağımıza fısıldamışlardı.
«Şeytanın Bahçeleri» filminin genç aktörü macera filmlerinden hoşlandığını, romantik rollere çıkmayı hiç bir zaman düşünemeyeceğini söylüyor. İstanbul’daki çalışmaları tamamladıktan sonra da Paris’te Sidney Chaplin, Daniela Bianchi ve Tina Marquand ile beraber yeni bir macera filmi çevirmeye başlayacakmış… «Ben macera adamıyım» diyen ve Margaret Lee’nin aksine İstanbul’da çalışmaktan pek memnun görünen Claudio Brook ileride tekrar şehrinize gelip dinlenmek niyetinde. Margaret Lee’nin ise bir an önce kocasına ve çocuğuna kavuşmaktan başka bir arzusu yok…
ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1967 TARİHLİ 32. SAYISI