Jayne Mansfield Kendini Anlatıyor




Maceradan maceraya koşmuş, erkekler, 13 yaşından itibaren hayatına girmeye başlamıştı. Fakat sarışın bomba Jayne Mansfield‘in yirmi yedi yıllık ömründe, yalnız bir erkeğe gerçekten bağlanmış ve onu hiç unutamamıştı. Bu erkek, ne genç kızlık çağında tanıdığı bir sevgili, ne de kocalarından biriydi.. Jayne, hayatta erkek olarak, sadece babasını sevmiş ve onu hiç unutamamıştı. Ne garip tecellidir ki, bir otomobil kazasında ölen Jayne’nin, babası da, otomobil kullanırken, direksiyon başında hayata veda etmişti…






”Babam, yolun başında durmuş gülerek bana bakıyordu. Yanıma biraz daha yaklaşınca kollarını iki yana açtı. Ben de sevinçle koşup babamın boynuna sarıldım. Oh, ne kadar mutluyum. Sevgili babamın kuvvetli kolları beni her türlü tehlikeden koruyacak, hiç kimse bana yan gözle bakamayacaktı. Baba-kız kol kola yürümeye başladık. Fakat ne garip, yol bir türlü bitmek bilmiyor, bizim evin önüne bir türlü gelemiyorduk. Halbuki babama torunlarını ve yeni evimizi göstermek için öyle sabırsızlanıyordum ki…






Ter içinde uyandım. Babam otuz yıl önce ölmüştü. Onu kaybettiğimiz günü hayal meyal hatırlıyordum. Babamı çok sevdiğim halde bunca yıldır bir kere bile rüyamda görememiştim. Babamın bana sarılması, kötü günlerin mi, yoksa iyi günlerin mi habercisiydi, bunu bir türlü kestiremiyorum. Yalnız bugünlerde içimde garip bir sıkıntı var. Evim, çocuklarım da bana mutluluk vermiyor. Sinema artistliğinden, annelikten, şöhretten ve erkeklerin arzu ile baktıkları vücudumdan, kısacası her şeyden bıktım. Geçenlerde stüdyonun zoruyla hatıralarımı yazmaya başlamıştım. Daha doğrusu stüdyonun yazarı söyledi ben de onun sözlerini kâğıda geçirdim. Babamı rüyamda gördüğüm geceden sonra ise hiç kimseye danışmadan hatıralarımı yazmaya karar verdim. Ancak sırlarım ben hayattayken açıklanmamalı.






Yazacağım yazıları kimseye satmaya niyetli değilim. Satsam bile bu yazıların ancak ölümümden sonra yayınlanabileceğini şart koşacağım. Son günlerde ölüm fikri de zihnimi sık sık kurcalamaya başladı. Galiba babamı çok özledim. Biran önce ona kavuşmak istiyorum. Rüyamda ona sımsıkı sarıldığım zaman baba hasretinin hiç bir şeye benzemediğini daha iyi anladım.






Öldükten sonra yaşamak… İnsanlar hayatları boyunca bunu sağlamak için çalışıp didinmezler mi? Ben de öldükten sonra yaşamak istiyorum. Ama Hollywood rejisörlerinin, yıldız avcılarının, dedikoducularının tanıtmaya çalıştıkları Jayne Mansfield olarak değil de New Jersey’li avukat Palmer’in kızı küçük Jayne olarak hatırlamalarını istiyorum. İçimde garip bir huzursuzluk var. Ölmeden önce her şeyi anlatamazsam diye ödüm kopuyor. Sarışın bomba Jayne Mansfield toprak olduktan sonra ise onun benliğine gizlenmiş olan Jayne Palmer’in hafızalarda yaşayacağını düşünmek bana ferahlık veriyor. Evet, her şeyi anlatacağım, hem de en küçük teferruatı dahi unutmadan.






Babam İtalyan asıllı bir avukattı. Annem de İtalyandı, ama babamın aksine asil bir aileden gelme değildi. Babam gerçekten çok yakışıklı, güçlü kuvvetli bir adamdı. Otuz üç yaşında fazla çalışmaktan öldü. Kendini şöyle bir gözden geçirtmek için doktora uğramış. Doktor önce bir ayağının üzerinde sonra da öbürünün üzerinde sıçramasını söylemiş. Muayeneden sonra hususi arabasıyla evine dönerken de direksiyon başında yığılıp kalmış. O acı günü hayal meyal hatırlıyorum. Ben de annemle beraber arabadaydım. Babamın başı direksiyonun üzerine düşünce annem atik davranıp arabayı durdurdu. Hemen doktor yetişti, ama zavallı babacığım şiddetli bir kalp kriziyle hayata veda etmişti bile…






O günden sonra kendimi çok yalnız hissettiğimi hatırlıyorum. Babamın bıraktığı boşluğu hiç kimse dolduramamıştı. Annemin sayısız erkek arkadaşları gece, gündüz evimizden çıkmıyorlardı. Komşular da hakkımızda dedikodu yapmaya başlamışlardı. Bir gün annem beni bir köşeye çekti ve ‘komşular sana, benim misafirlerim hakkında soru sorarlarsa ben kimseyi görmüyorum, tanımıyorum dersin’ diye sıkı sıkı tenbihte bulundu. Bir süre sonra da Teksaslı bir mühendis olan Harry Peers ile evlendi. Sonra da Dallas’a taşındık.






Bir Philadelphialı gibi konuştuğum için Dallaslı arkadaşlarım benimle alay ediyorlardı. Dallas’ın en iyi okullarından birinde okuyordum, ama bu da benim üzüntümü azaltmak şöyle dursun büsbütün artırmıştı. On iki yaşında diğer arkadaşların hepsinden daha fazla gelişmiş olduğum için erkekler peşimi bırakmaz olmuşlardı. Kız arkadaşlarımın yanında da onlardan büyük gösterdiğim için pek üzülüyordum. Çok geçmeden okuldaki erkek öğretmenler de benimle ilgilenmeye başladılar. On üçümde keman öğretmenimle sevişmeye başladım.






On dört yaşındayken aşağı, yukarı bugünkü halimi bulmuştum. Yirmi, yirmi beş yaşındaki delikanlılarla dilediğim gibi flört ediyordum. Annem yeni yuvasının işleriyle meşgul olduğu için benimle pek ilgilenmiyordu. Son defa şehirdeki benzin istasyonlarından birinde çalışan Ian adında bir delikanlıyla tanışmıştım. Bir taraftan da okulun en yakışıklı delikanlısı olan Paul Mansfield ile buluşuyordum. Paul, sarı saçlı, mavi gözlü bir erkek güzeliydi.



Bir akşam Ian beni arkadaşlarından birinin evine götürdü. Arkadaşı parti veriyordu. Salondaki kızların da, erkeklerin de benden çok yaşlı olduklarını görünce biraz endişelendim. O güne kadar hiç içki içmemiştim. Kızların da oğlanlarla beraber içki içtiklerini görünce şaşırdım. Biraz sonra Ian bana da kocaman bir bardak uzattı, ‘Bir nefeste iç, o zaman her şey değişecek, çekingenliğini bir tarafa bırakacaksın’ dedi. İlk kadeh bende bir tesir yaratmadı. İkinciden sonra başımda hafif bir uyuşukluk hissettim. Üçüncü kadehten sonra ise yerimden kıpırdayacak halim kalmamıştı. Ian bana bir fincan acı kahve içirdi, sonra da evin kapısını açıp dışarıya bıraktı. Kapının hemen önüne yığılı vermiştim. Partide eğlenen yaşlı erkeklerden biri beni aldı, evine götürdü.






Mücadele edecek, bir şey söyleyecek halim kalmamıştı. Sabahleyin erkenden gözlerimi açtığım zaman kendimi yabancı bir erkeğin evinde ve yatağında bulunca pek şaşırdım. Bu macera üzerinde pek fazla düşünmek istemiyordum. Tek endişem çocuğumun olmasıydı. Ama kulağıma çalınan çeşitli söylentiler beni ümitlendirmiş, bu tatsız maceradan hadisesiz kendimi kurtaracağımı zannetmiştim. Çok geçmeden ise yanıldığımı anladım. O sıralarda tiyatro ve bale okullarına devam ediyordum. Annem benim halimdeki fevkaladeliği sezince bin bir çeşit soruyla canımı sıkmaya başlamıştı. Şehirdeki erkeklerin hepsini sorguya çekmek istiyordu. Onun bu davranışları da beni büsbütün üzmüştü. Ian benimle evlenmeye razı olduğunu söylemişti, ama doğrusu ben böyle bir evliliğe pek taraftar değildim.



Diğer taraftan Paul Mansfield de bana izdivaç teklifinde bulunmuştu. Hatta bir başkasının çocuğunu karnımda taşıdığımı söyledikten sonra da teklifinden vaz geçmedi. Ian ile Paul arasında bir tercih yapabilmek zor olmayacaktı. Paul’un ailesi zengindi, mevkii vardı, iyi bir meslek sahibi olacaktı. Ian ise bana sadece aşkını verebileceğini itiraf etmişti. Bugünkü aklım olsa hiç düşünmeden Ian ile evlenirdim, ama on dört yaşında bir genç kızın başında kavak yellerinin esmesi, gözlerinin yükseklerde olmasını da tabii karşılamalı… Biraz da doğacak çocuğumu düşünerek Paul ile evlenmeye karar verdim.”

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1967 TARİHLİ 28. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir