Sezer Güvenirgil’le Bir Pazar



«Suriye Pasajı» Tünel'in Beyoğlu'ndaki ağzından Galatasaray'a giderken sol tarafa düşer. Yarım daire şeklindeki kubbeli koridor hava cereyanları içinde uzanıp gider. Eski mi eski, Birinci Cihan Savaşı'ndan kalma bir süslü asansör sizi üst kata çıkarır. Asansörden iner, karşıdaki demir merdivenlerle çatı katına çıkarsınız. Kireç sıvalı duvarlardan bazen bir pencere, arkasından bir manzara açılır gözlerinizin önüne... Bütün İstanbul, Beyoğlu'nun (eski Beyoğlu'nun) en yüksek tepesindeki, en yüksek apartmanından panorama gibi görünür. Biraz daha yürüyelim. Kapısında a«29 - C» yazan dairenin yağlıboya kapısındaki zile dokunursanız, çok geçmeden Asiye Hanım'ın ayak seslerini duyarsınız. Kapıyı işte, bakın yine o açtı: Sezer Güvenirgil'in annesi. Tavanı meyilli yan odada yatan Sezer Güvenirgil biraz sonra yanımıza gelecek.





Artık yeni «lake» mobilyaların süslediği salondaki orta masasının üzerinde çeşit çeşit Amerikan sigaraları paket paket durur. Asiye Hanım mutfağa girmiş, bir Romen yemeği yapıyor. «Galiçka» gibi bir adı var. insana «Galiçya» cephesinde ölen Türk askerlerini hatırlatıyor.

Sezer, odasından saçlarını tarıyarak çıkıyor. Kırmızı dallı basma entarisini kendisi dikmiş. Zaten annesi terzi. Sezer manken. Giyim bakımından en son modeller onda. Şimdi, saçını tarayıp makyaj yapıyor. Yan masada bir «hayranı» nın yazdığı şiirler var. Sezer'in bir başka «ahbabı» nın çektiği 18 X 24 fotoğraflar üzerine el ile yazılmış şiirler.





Bir an onlara baktı. Sonra gene aynasına döndü: Ruj, pudra, rimel derken Tünel meydanında bekleyen bir aile dostunun arabası aklına geldi. Saate baktı. «Oooo iki buçuk olmuş... Haydi anne çabuk ol. Haşan Beyler bekliyor!» dedi. Yumurtalı, reçelli yemek bir anda yendi. Üzerine bir bardak kahve.

Tünel meydanındaki ahbaplar, «Nerede kaldınız? Arabayı da bırakamadık, merak ettik,» dediler. Bir karı-koca ve ufak kızları.





Taksim, Beşiktaş, derken sultanların yaşadığı Yıldız Parkı... Çadır Köşkü'nün havuzu sanki bir rüya denizi gibi. Söğütlerin hayalleri serin ilkbahar sularının üzerine düşüyor. Bülbül seslerini dinlerken bir başka dünyadaymış gibi oluyorsunuz. Ballı babalar, papatyalar, erik çiçekleri, şeftali ağaçları. Pembe, beyaz, mor, eflatun, kırmızı, yeşil, sarı... Güneş de sever gibi, okşar gibi. Hem ısıtıyor, hem de yakmıyor. Koşuyor, oynuyor, annesiyle «tahtırevalli» ye biniyor. 18 yaşında, saf bir çocuk... Papatyaların arasına uzanıp yatıyor, «Olacak mı, olmayacak mı?» diye teker teker yoluyor.





Sonra çocuk bahçesindeki demirlere tutunup sallanıyor «kaydırak» kayılan yere çıkıyor. Ağaçlara tırmanıyor. Yeni açan tomurcukların, çiçeklerin önünde durup dalları yüzüne doğru çekiyor. Annesi Asiye Hanım dostlarına meşhur Romen asıllı, Amerikalı rejisör Jean Negulescu'dan bahsediyor. Yazın bir ay Amerika'ya gitmek istediklerini söylüyor. Sezer, dostlarıyle bir aralık çayırlar üzerine oturuyor. Otomobilden getirilen yiyecekleri yerken yerli sinemadaki «durumu» hakkında bilgi veriyor, «Yakında Osman Ağabeyimle (Osman Seden) bir film yapacağız. Necati abim kameracılık yapıyor. Mehmet ağbi de bazen yardım ediyor, Osman ağbi Anadolu'ya gittiği zaman...»





Sinema dünyasında herkes onun «ağabeyi»... İçinde kötülük yok. Başka dünyalardan gelmiş. Hiç bir şeyi saklamadan anlatıyor: «Haşan ağbi bonolarım sizde. Bankaya verdiniz değil mi? Kırdırmak diye bir endişemiz yok. Yedi film oldu. Gittikçe kısmetim açılıyor. Bir filminde oynadığım firma ikinci filminde de beni istiyor. Gece kulübü, içki, dans, eğlence... Bunlardan hiç hoşlanmıyorum. Şu anda içinde bulunduğumuz dünyadan daha güzel bir dünya var mı? Kelebekler uçuşur, hava mis gibi kokar. Sigarayı bile, filmlerdeki rollerim için içiyorum. Tabiatın temiz bağrında yaşamak ne hoş. Eğer apartmanımızdan bütün İstanbul kuş bakışı görünmese patlarım!»



Yiyip içme faslı bittikten sonra gene otomobile binildi. Beş kişilik grup Boğaziçi yollarında, asfalt üzerinde yağ gibi kayıyor: Sessiz, sakin. Istinye koyunda durdular. Kağıt helvaları oradan, çayları Emirgan'dan, börekleri Sarıyer'den aldılar. Döne döne Kilyos yollarına düştüler. Zekeriya köyünde kiraz çiçekleri açmıştı. Kilyos kıyıları ıssız, tenha uzanıp gidiyor, kumsalların üstünde yeşil yosunlardan başka bir şey görünmüyor. Birkaç otomobil. O kadar...

Sonra yapraklarını dökmeyen ağaçlarla dolu Belgrad ormanları... Kemerburgaz'a kadar uzandılar. Tarlalarda çalışan köylü kadınlar, koyun ve keçi sürüleri. Çıngıraklar, kaval. Köy kahvesinin önünde birer kahve ve İstanbul...



İstiklal Caddesi üzerindeki en yüksek apartmanın en üst katına çıkıp uzandığı zaman şehrin bütün ışıkları ateş böcekleri gibi parlıyordu. Sezer Güvenirgil, tatil günlerini hep böyle geçiriyordu. Annesi, bazen de babası ve ahbaplarıyla kır gezintileri yaparak. Yeni müzikler, sabahlara kadar alkol ve sigara dumanları arasındaki sözde eğlenceler ondan çok uzaktı. Patırdı - gürültüye eğlenmek ve dinlenmek demiyordu.

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 15. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir