Açık Hava-Deniz Orkestrası



Pırıl pırıl bir haziran sabahı. Güneşin tam tepeye yükselmesine daha birkaç saat var. Sıcak, insanın iliklerini bile kurutacak neredeyse. Yaz ayında bile böyle yakıcı güneş az bulunur.

Londra asfaltında bir minibüs son süratle yol alıyor. Arabanın kızgın şasisi, içindeki insanların adeta nefesini kesiyor, buram buram terletiyor. Neyse ki, pencereler biraz aralık da nefes alabiliyor insan. Fakat pencereleri fazla açmaya da gelmez. Soğuk, içerdeki insanların baş düşmanıdır zira. Ya üşütürlerse, ya sesleri kısılırsa minibüsün içindeki Selçuk Alagöz orkestrasının hali nice olur sonra?...





Selçuk ve Rana Alagöz, arkadaşları ile birlikte o gün bir konser vereceklerdi. Ama bu konser bildiğiniz konserlerden değildi. Salon tutmamışlardı. Belli bir organizasyonları da yoktu. Açık havada çalıp, söyleyeceklerdi, ama biraz fazla açık bir havada. Deniz kenarında, kilometreler boyunca uzanan pırıl pırıl kumların üzerinde. Ne tesisat derdi, ne gişe endişesi... Ne karışan, ne de görüşen! Konser dediğin böyle olmalıydı!





Alagöz'leri taşıyan minibüs İstanbul’ dan itibaren 70. kilometrede birden yavaşladı, sola saptı. Yol yoktu. Tarlalar içinden derleyerek deniz kıyısına ulaştılar. Aslmda denize ulaşan minibüs değil de Alagöz'ler oldu. Araba daha durur durmaz dışarı fırlamışlar (Açık hava - Deniz) konserinin hazırlıklarına girişmişlerdi.





Güneş şimdi tam tepede idi. Minibüsün şoförü «Kaptan Ömer» mendiliyle alnındaki terleri sildikten sonra bagajın kapısını güneşlik vazifesi görmesi için açtı. Yere bir de kilim serdi ve Alagözler'e seslendi: «Rana, Selçuk, çocuklar hayli gelin. Mayolarınızı burada gölgelik yerde giyin!...»

Üç dakika sonra Rana, Selçuk Alagöz, Ali Alagöz, Taylan Kök, Mete Duruman ve Nurhan Özonat hazırdılar. Mete, Nurhan ve Taylan gitarlarını ellerine aldılar. Selçuk'un kısmetine ise bir mandolin düştü. Ve alkışlar arasında Rana Alagöz «Açıkhava - Deniz orkestrası»nın önünde yerini aldı. «Pata Pata» ile konser başlamıştı.





İlk şarkısını bitirdikten sonra Rana Alagöz, «Meğer deniz kenarında şarkı söylemek ne kadar güzel oluyormuş. Tanrı'nın verdiği sesle tabiata seslenmek fevkalade.» diyordu.

Selçuk Alagöz şefliğinde Ali Alagöz, Nurhan Özonat, Taylan Kök ve Mete Duruman'dan meydana gelen «Açık hava - Deniz orkestrası» hemen ikinci parçalarına geçtiler. «Kaderde ayrılmak varmış». Bunu «II Geghege» onu da «Malayisha» takip etti...



Denizin hem içinde, hem de dışında verdikleri bu konser, bizim altı kafadan bir hayli yormuştu. Programlarına bir süre ara verdiler. Selçuk'un, «Bizim takım, ileri marş,» komutu üzerine hepsi birden kendilerim denizin ılık sularına bıraktılar.

Selçuk, o gün için kendine yeni bir deniz tüfeği almıştı. Ötekilerin de hepsinde birer tane vardı zaten. Kafalarına başlıklan geçirip diplere doğru daldılar. Balık avlayacaklardı.



Beş dakika geçti, on dakika geçti, yaran saat geçti, bir saat geçti, ses seda yok. Şoförde bir heyecan, anne Alagöz'de bir telaş. Acaba bir şey mi oldu. Bu telaş içinde birisi, «Yoksa deniz dibinde mi konser veriyorlar?»ı yapıştırdı.

Anne Alagöz bir «Ya sabır» çekti. Şakanın da tam sırasıydı yani...

Uzaktan insan siluetlerinin görülmesiyle sahilde bekleşenlerin yüreklerine de su serpildi. Ellerinde balıklar vardı. Altı kafadar yaklaşıyorlardı. Kimi kaya balığı vurmuş, kiminin de şansına kefal düşmüştü.



Büyük Alagöz, «Dinlendik sayılır çocuklar, balıklan bırakıp konserimize devam edelim...» Sözlerini daha tamamlamamıştı ki, gözleri annesinin gözlerine doğru kaydı. Anne Alagöz'ün gözünde şimşekler çakıyordu. Ve o şimşekler Alagöz orkestrasına «Eve dön» emrini veriyordu. Güneş tepenin ardında erimek üzere idi. Hafiften bir bahar rüzgar çıkmıştı. «Açık hava - Deniz konseri» bitmişti. Alagözler hem sahilde martılara konser vermişler, hem de bir güzel eğlenmişlerdi.

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 25. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir