Belgin Doruk’un Küçük Prensi




Bir kadın sinema artisti ile konuşuyorduk. Konu Belgin Doruk’a gelmişti. Birdenbire sordu:

– «Kuzum, niçin Belgin Doruk adı geçince hemen ona ‘hanımefendi’ sıfatını veriyorsunuz? Türk sinemasında başka hanımefendi kadın yok mu?»

Kadın sinema oyuncusuna o zaman gerekli cevabı vermiştik… Geçen hafta Arnavutköy – Bebek sırtlarındaki meşhur «Çifte Saraylar» a çıkarken aklıma hep bu «hanımefendilik» sıfatı takılıyordu. Belgin Doruk, hususi otomobilini şoförüyle gönderip bizi aldırmıştı. Arabası temiz ve bakımlıydı. Şoförü bile dikkatle seçilmiş: Ciddi, dikkatli, saygılı. İnsan Belgin Doruk’un çevresine girdi mi daha ilk adımda, başka sinema yıldızında bulunmayan şeylerle karşılaşıyordu…






Otomobil sahil yolundan tepelere doğru tırmandı. Döne döne, bütün Boğaziçi’ne hakim «Çifte Saraylar»ın büyük demir kapısı önünde durdu. Klakson sesini duyan kapıcı hemen kapıyı açtı. Uçsuz bucaksız denilecek kadar büyük olan bahçeye otomobille girdik. Bir süre gittikten sonra köşke ulaştık. Yolda bahçıvan bizi selamlamış, uşak yukarıya haber vermişti. Şoför kapımızı açtı. İndik, Mermer ve havuzlu taşlıktan geniş merdivenlerle yukarı çıkarken sahanlıkta Belgin Doruk bizi karşıladı. Yanında, eltisi Necla Birsel ve annesi Refet Hanım vardı. Büyükanne, kucağına Belgin Doruk’un 4 haziranda doğan oğlu Aydın Birsel’i almıştı.






Uyuma saatine pek az kaldığı için bebeğin hemen resimlerini çektik ve «at koşturulur» denilen geniş sofalara açılan teraslardan birine çıktık. Burada üstü, aşçı İsmail’in hazırladığı minik puf böreklerinden pastalara kadar, tatlı ve tuzlularla dolu bir masada «saat 5 çayı» hazırlanmıştı. Tam oturup konuşmaya başladığımız sırada Ekrem Bora, yanında Feryal Koçyiğit olduğu halde, yeni aldığı 1965 modeli Mercedes’iyle geldi. Belgin Doruk’un prodüktör eşi Özdemir Birsel ve ağabeyi Nüzhet Birsel ile konuşmak ve bir film mukavelesi yapmak üzereydi. Belgin Doruk, hizmetçinin getirdiği çayları kendi eliyle dağıtıyor, misafirlerini ağırlıyordu.






Terasında oturduğumuz köşkü, 1839’da Osmanlı İmparatorluğu tahtına çıkan Abdülmecit, iki kızı için yaptırmış. En az 120 yıllık bir köşk, daha doğrusu saray yavrusu. İki eş bina yan yana yapıldığı için «Çifte Saraylar» adı verilirmiş. Atatürk İstanbul’da kaldığı zamanlar bu köşkte ikamet eder ve bahçesindeki kameriyelerden denize en yakın olanında yakınlarını etrafına toplayıp sohbet edermiş. Atatürk’ün yıkandığı banyolar olduğu gibi duruyor. Bu sarayı ve etrafındaki büyük koruyu satın alan Birsel kardeşler, şimdi köşkü restore ettiriyorlar ve ilk defa olarak yazı burada geçiriyorlar. Belgin Doruk, şehrin gürültülü, tozlu, topraklı hayatından kaçıp bu cennete geldiği için çok memnun:






– «Bülbül seslerini dinleyerek mehtabı seyretmenin zevkine doyum olmuyor. Bizim bebek, prensler gibi yaşıyor. 21 günde 1050 gram almış. Doktoru «fazla» dedi; artık az süt veriyoruz. Ana sütünden kestik. Bizim arka bahçemiz bir mandıra gibidir. İnek, koyun, keçi var. Evde onların sütünü kullanıyoruz. Yumurtalar da kendi tavuklarımızdan taze olarak geliyor. Oğlum Aydın çok uslu, güler yüzlü, neşeli bir bebek… Burasının havası ona o kadar yaradı ki, bol bol uyuyor ve serpilip büyüyor.»

– «Adını niçin Aydın koydunuz?»



– «Babası Özdemir, Aydınlı olduğu için bu adı seçtik. Aydınlı Öğrenci Derneğinden bize mektup yazdılar. Çok sevinmişler… önemli olan adı değil, ileride yaşayacağı hayatta kazanacağı ‘San’ı, şöhreti. Aydın’ın bir mürebbiyesi var. Hizmetçi de yardım ediyor, ama ben annelerin çocuklarından uzak kalmasına taraftar değilim. Çocuk için en lüzumlu gıda anne sevgisi, anne şefkatidir…»

– «Küçük Aydın’ın ileride hangi mesleği seçmesini istersiniz?»

– «Babası da, ben de, onun ruh yapışma en çek hangisi uygunsa onu seçmesini isteriz. Artık çocuklara psikolojik testler sonunda meslek tavsiye ediliyor. Yoksa anne veya babanın arzularına göre değil…»






– «Eğitim ve öğretimi hakkında ne düşünüyorsunuz?»

– «Birkaç yabancı dili bilmesi, esaslı bir tahsil görmesini isteriz. Her halde şımarık ve züppe bir erkek olmayacaktır. Babası gibi olmasını temenni ederim.»

Belgin Doruk oğlunu anlatırken Ekrem Bora, 24 nisanda doğan kızı Lale’yi hatırlattı. O da kızından bahsetti. Sonra söz Süleyman Turan’ın, Cüneyt Arkın’ın, Yılmaz Güney’in, Ayhan Işık’ın kızlarına geldi. «Jönprömiyelerin hep kızı oluyor. Neden acaba?» dedi birisi. Belgin Doruk gülümsedi:



– «Kızım vardı. Bir de oğlum olunca doğrusu çok sevindim, mutlu oldum. Dansı onların başına,» dedi.

Akşam olmuş, köşke Aydın Birsel’in babası Özdemir Birsel ile ağabeyi Nüzhet Birsel de gelmişti. Özdemir Birsel hemen oğlunun odasına koştu. Dönüp geldiği zaman:

– «Mışıl mışıl uyuyor, ama birazdan uyanır» dedi.

Gerçekten birkaç dakika sonra dadısı Aydın’ı getirdi. Hep birlikte bahçeye çıktık. Küçük Aydın arabasında, «Çifte Saraylar»ın yeşillikler içindeki yollarında gezerken:



– «Analı, babalı büyüsün. Hayırlı evlat olsun. Hem sizlere, hem de memleketine,» diyerek ayrıldık.

Belgin Doruk, «hanımefendiler» gibi değil, «sultanlar» gibiydi ve oğlu Aydın’ı gerçekten prensler gibi yetiştiriyordu. Böyle bir sinema yıldızı, Türk sinemasında henüz mevcut değildi ve biz Türk kızlarına yerli film çevrelerinden örnek olarak —15 yıldan beri — Belgin Doruk’u gösterebiliyorduk…

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1967 TARİHLİ 33. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir