Dünya Sinema Tarihi
Sinemanın doğumundan sesli sinema devrinin başlamasına kadar yedinci sanatta Amerika söz sahibiydi. Bunun için biz de daha ziyade Amerikan sinemasına önem vermiştik. Bu hafta sizlere Avrupa sinemasının Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki durumunu veriyoruz.
O kuyucularımızdan mektuplar alıyoruz. «Avrupa sinemasını ne yaptınız? Yoksa unuttunuz mu?» diyorlar. Bu şekilde düşünen okuyucularımız merak etmesinler, unutmadık… Ve bu haftaki yazımızı sadece Avrupa sinemasına ayırdık…
Daha önce de belirttiğimiz gibi Avrupa sineması, Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla uzun bir kış uykusuna dalmıştı. Harp bulutları kaybolmaya yüz tuttuktan sonra Avrupalı filmciler, Amerikalı meslektaşlarıyla rekabete, bıraktıkları yerden başlamışlardı. Avrupa sinemasının emekleme çağından, daha önce kısaca söz etmiş, Paris'te bir sinemada çıkan yangından sonra uzun bir süre kimsenin karanlık sinemaya girmek istemediğini anlatmıştık. Ama tabii Avrupalı seyircilerin bu korkuları uzun ömürlü olmamış, sinemalar, harp günlerinde bile seyirci bulabilmişti. Ancak Avrupa sinemalarında gösterilen filmler, daha ziyade Amerika'da çevrilmiş filmlerdi.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Fransa, Almanya ve İsveç'te çevrilen filmler ise, yabancı ülkelerde müşteri bulmakta doğrusu hayli zorluk çekiyordu. Alman filmcileri, büyük masraflara girişerek en mükemmel filmi yaratmak için büyük çaba sarf ediyorlar fakat bu projelerini gerçekleştirmeleri için lüzumlu parayı bulmakta güçlük çekiyorlardı... Alman hükümeti, savaşta uğradıkları yenilgiyi halka biraz olsun unutturabilmek amacıyla Alman filmciliğini, ellerinden geldiği kadar desteklemeye gayret ediyordu. Alman Milli Bankasına, UFA film şirketine istediği kadar para vermesi için bir emir bile verilmişti. Bu arada hükümet, sinemacılara da bir ültimatom göndermişti. Yabancı ülkelerden film ithal eden, sinemalarında oynatan filmcilerin mutlaka bir de Alman filmini sinemalarında göstermelerini şart koşmuştu...
«Dr. Kaligari'nin Odası» dünya film piyasasını altüst eden başarılı bir korku filmi olmuştu. Fakat Alman filmcileri bu filmin başarısını başka filmlerde tekrarlayamadılar. Maddi bakımdan büyük güçlüklerle karşılaştıkları için yabancı film şirketlerinden borç para alma yoluna saptılar ve neticede en iyi elemanlarını yabancı film şirketlerine kaptırdılar. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yapılan Alman filmlerinin hemen hepsi stüdyolarda çevriliyordu. Alman rejisörleri stüdyo dışında çalışmaktan hoşlanmadıkları için bu usulü benimsemişlerdi. Alman sineması, stüdyo duvarları arasında kalmanın hayli zararını gördü.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Fransız sinemasında pek önemli bir gelişme kaydedildiği söylenemez. Gaumont Pathe ve Aubert Film şirketlerinin çevirdikleri filmler daha ziyade hikayeye değer veren eserlerdi. Victor Hugo'nun «Sefiller»i gibi... Max Linder'in salon komedileri ise Fransız seyircisini güldüremiyordu.
Bu devirlerde İngiliz filmcileri ise başka ülkelerin filmcilerini taklit etmekten başka bir şey yapmıyorlardı. A'sından Z'sine kadar tam manasıyla İngiliz damgası vurulabilecek bir film çevirememiş olmaları, İngiliz filmciliği için kara damgadır. Savaştan hemen sonraki yıllarda İsveç sinemasında büyük bir kıpırdanma olmuş. Alman ve Fransız filmcileri, İsveçli meslektaşlarının etkisi altında kalmışlardı. Bu devirde çevrilen İsveç filmlerinin en büyük özellikleri, fotoğraflarının güzelliği ve eserlerdeki lirik havaydı. Alman filmcilerinin aksine, İsveç filmcileri stüdyoların dört duvarı arasına kapanmıyorlar, İsveç'in güzel manzaralarından en iyi şekilde faydalanmaya gayret ediyorlardı. Filmlerde hikâyelerin çoğu psikolojik meselelerle ilgilenen fakat trajik bir sonla biten eserlerdi. İsveçli ünlü film yapımcılarının birçoğunun Hollywood'u tercih etmesi, kısa bir süre için İsveç sinemasında bir gerileme devrinin başlamasına sebep oldu. Victor Seastrom, Mauritz Stiller ve Brunius devrin ünlü rejisörleridir.
AMERİKA'DA BİR FRANSIZ: Fransız rejisörü Louis Gasnier'nin «New York Esrarı» isimli seri filmi, o güne kadar çevrilen seri filmler arasında en çok beğenileni olmuştu. Louis Gasnier, daha sonra kendi ülkesinde de seri film modasını devam ettirmeyi başarmıştır. Fotoğrafta «New York Esrarı» isimli filmde Pearl White ve Shelalan Lews görülüyorlar.
EDMOND DANTES'İN KADERİ: Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Fransız sineması daha ziyade hikayeye önem vermeye başlamıştı. Henri Pouctal'ın yönettiği «Kont Monte Kristo» isimli eser bu devir Fransız sinemasının en tipik örneklerindendir. Filmde Kont Monte Kristo rolünü Leon Mathot oynamıştı.
TARİHTEN BİR YAPRAK: Alman yöneticileri I.Dünya Savaşı'ndan sonra daha ziyade stüdyo içinde çekilebilecek konular seçmekteydiler. Alman sinemasının en ünlü yöneticilerinden Emesi Lubitsch, yeni keşfettiği yıldız Pola Negri'yi «Madame Du Barry» filminde başrolde oynatmıştı (1919).
BİR AKTÖR DOĞUYOR: Alman sinemasının en güçlü aktörlerinden biri olan Werner Krauss, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Alman sinemasının kazandığı şöhretlerdendir. Werner Krauss'un 1921'de çevirdiği «Le Rail», bütün dünyayı allak bullak eden «Doktor Kaligari'nin Odası» isimli filmin bir benzeriydi.
ALMAN FİLMLERİNİN ETKİSİ: Marcel Herbier, Alman filmcilerinin ekspresyonizminin etkisi altında kalarak 1923'te «L’inhumaine»i çevirmişti. Bu filmde başrolde şarkıcı Georgette Leblanc oynadı.
İSVEÇ SİNEMASI: Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra İsveç filmciliği bir hayli ilerlemişti. Resimde, Mauritz Stiller'in 1919'da çevrilen «Arne Hazineleri» isimli filmden bir cenaze töreni sahnesi görülüyor.
İNGİLTERE'DE ÇEVRİLEN BİR FİLM: Mareel Herbier, «L'Homme du Large» isimli filmi çevirmek için artistlerini, teknisyenlerini alıp İngiltere'ye gitmişti. Burada gerçek dekor içinde çevrilen bu filmde başrolleri Jacque Catalan ve Charles Boyer paylaştılar. İngiltere'de çevrilen bu Fransız filmi, İngiliz filmcilerine yol gösterdiği için sinema tarihinde büyük önem taşır. İngilizler yıllarca Amerikan sinemasını taklit ettiler.
ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 15. SAYISI