Eşref Kolçak ve Yılmaz Duru Eskiye Döndü



Akşam saatlerinde İstiklal caddesinin o dağdağalı kalabalığını bilirsiniz. Omuz omza yürüyen insanlar, vitrinlerden caddeye dökülen ışık seli, insanın gözünü alan neon reklamları ve klakson sesleri arasında akıp giden otomobiller.

Tam Karaköy'e kalkan dolmuşların bulunduğu yerde Eşref Kolçak ve Yılmaz Duru ile burun buruna geliverdik. «Merhaba, nereye böyle?» dememize fırsat bırakmadan ikisi de bir ağızdan «Dormen Tiyatrosu'na» deyiverdiler. Sebebini sorduk.





- «Biliyorsunuz, Dormen Tiyatrosu eskiden 'Ses Tiyatrosu' idi» diye Eşref Kolçak anlatmaya başladı. «Yılmaz'la ben bundan 20 yıl önce burada birlikte sahneye çıkmıştık. Birçok güzel hatıralarımız vardır bu çatının altında. 1945 yıllarına kadar gider bu hatıralar. Hep söyler dururuz, bir gün beraberce gidelim de eski hatıraları yad edelim diye. Nedense bu, yıllardan beri hep lafta kalır. Bu sabah, Yılmaz'la yolda karşılaşınca 'Haydi yürü, gidelim,' dedim. Kabul etti. İşte şimdi Ses Tiyatrosu'na, pardon Dormen Tiyatrosu'na gidiyoruz. İsterseniz siz de gelin...»

Bizi kapıda eski müstahdemlerden Onnik, Asra ve Meri karşıladı. «Yıllar yılı buraya gelmediniz, bu ne hayırsızlık? Nerede o eski günler?» dedi.





Sonra fuayede oturup çaylarımızı yudumlamaya başladık. Yılmaz, salona girişin, solunu işaret ederek, «Burada büyük bir boy aynası vardı,» diye eski günlere dönüp anlatmaya başladı.

Bundan 20 yıl önce Yılmaz'la Eşref bu aynanın karşısına geçip saatlerce dans edip prova yaparlarmış. O zamanlar, on üç - on dört yaşlarında daha bıyıkları terlememiş bir çocukmuş Yılmaz. İki buçuk lira yövmiye alırmış. Yirmi iki-yirmi üç yaşlarında bir delikanlı olan Eşref'in gündeliği ise beş liraymış. Yılmaz, «Ne öğrendimse ben Eşref'ten öğrenmişimdir, o, bana daima bir yol gösterici, bir ağabey olmuştur,» diyor.





İkisinin beraber oynadıkları ilk operet «Van Kedisi» imiş. Sonra sırayla, birçok operetler bunu takip etmiş. «Serhoş Mehtap», «Kuyruklu Yıldız», «Kadınlar Adası» bunların en önemlileri.

Üç dakika içinde iki sahne arasında kostüm değiştirirlermiş. Bu arada birçok muziplikler de yaparlarmış. Dans ederken giydikleri kırmızı çizmelerin içine sular mı doldurulmazmış? Kapıların üzerine ayakkabılar mı sıralanmazmış? Tabii hepsi kapıyı ilk açanın başına düşermiş. Sonra gülüşmeler, şakalar birbirini kovalayıp gidermiş. Bunları anlatırken, üzerlerinde sanki o günleri yaşıyormuşcasına dalıp gidiyorlardı. Eşref, «Ama, yine de herkes işini bilir ve büyük bir ciddiyetle sahnede kendi payına düşeni yapardı,» diyordu.





Biz eski günlere dalmış giderken, «Bit Yeniği» adlı oyunun birinci perdesi bitmişti. Eşref Kolçak, Yılmaz Duru'ya döndü: «Kalk 'Kurt' kulise inelim,» dedi. «Bakalım bizim bıraktığımız gibi mi?» (Eşref ve Yılmaz birbirlerine 'kurt' diye hitap ederler).

İki eski kurt kol kola perdesi kapalı sahneye çıktı. Her ikisi de yıllar yılı şimdi bastıkları tahta zemin üzerinde dans etmişler, bu çatı altında bin bir hatıraları olmuştu.

İşte şimdi o günleri tekrar yaşıyorlardı. Değişen dekorların gürültüsüne aldırış etmeden bundan 20 yıl önce sahnede yaptıkları numaraları tekrarlıyorlardı... Bu nefis dans ziyafeti ancak on dakika sürdü. Birinci perdenin başlama zili çalınca kurtlar, sahneyi terk ettiler.

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 11. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir