Tamer Yiğit Şöhreti Anlatıyor




Varyant Talebe Yurdu’nun ufacık edasında 1962 İzmir Ticari İlimler Akademisi imtihanlarına çalışan bir talebeydim. 19 yaşındaydım ve ders çalışa çalışa bunalan her arkadaşım gibi kaytaracak yer arıyordum. Başka bir arkadaşımın odasına geçip konuşarak sıkıntımı dağıtmak istedim. Dereden, tepeden konuştuktan sonra, arkadaşım SES Mecmuasının bir yarışma yapacağını ve kendisinin buna gireceğini söyleyip yarışmaya göndereceği resimleri seçmemi benden istedi. Seçtim, böylece de SES’in bir yarışma düzenlediğinden haberdar oldum. Bir zaman sonra, beni çok seven ağabey gibi saydığım bir arkadaşım, bana bu yarışmaya katılmam için Israr etti. Kararsızdım. Birkaç günüm tereddütler içinde geçti, durdu..





«Nihayet bir gün, yarışmaya girmeye karar verdim. Verdim ama, yarışmaya katılma süresinin bitmesine de bir gün kalmıştı... Resim çektirip göndermeye kalksam, en azından bir haftalık zaman lazımdı. Onun için otobüse atlayıp İstanbul'a bizzat gitmeye karar verdim. Sonra da bu kesin kararımı benimle alay etmeyecek, beni seven arkadaşlarıma açtım. Bazılarından para, bazılarından elbise, bazılarından da nasihat alarak akşamın saat dokuzunda İzmir'den bir otobüse atlayıp İstanbul yollarına düştüm. İstanbul'a gelene kadar durmadan kazanmam için Allah'a dua ettim, burdum. Saat sabahın sekizi, ben Sirkeci'deyim. Bir, iki kişiden mecmuanın yerini sorup öğrendikten sonra Babıali yokuşunu ağır ağır tırmanmaya başladım SES Mecmuasının kapısına geldiğim zaman saat 10'du ve korku bende de son haddini bulmuştu.





Dua etmek istiyordum, edemiyordum. Konuşmak istiyordum, konuşamıyordum. Büyük bina beni öylesine korkutmuş, ürkütmüştü ki, ne diyeceğimi, nasıl dua edeceğimi bile şaşırmıştım. Ağzımdaki anlamsız bir takım fısıltılarla kapıya yaklaşıp kapıcıya «SES müsabakasına girecektim» diyebildim. Adam bana, «Yukarda kimse yok» dedi. «Sonra gel». Bu söz beni ezmiş, minimini bir insan haline getirmişti. Neredeyse oraya yığılıp kalacaktım. Çünkü, günlerden cuma ve saat 10'du. Yukarda vazifeli bir İnsan olmamasına imkan yoktu. Demek ki beni atlatıyorlardı. Böyle düşünüyordum. O büyük binadan ayrıldım, ne yapacağımı bilmez bir halde bir süre dolaştıktan sonra kendimi tekrar mecmuanın kapısında buldum. Kapıcıya bir şey sormak içimden gelmiyor, ayaklarım geri geri gidiyor, beynim duruyordu sanki. Son bir gayretle mırıldanır gibi konuştum. «Geldiler mi amca!» Aldığım cevap yine «Hayır» oldu.





«Bu minimini kelime için, düşünmeden, hayatımda yediğim en ağır darbe diyebilirim. Toz pembe hayaller içinde İstanbul'a gelmiştim. Hayallerim yıkılmıştı. Neşem kaybolmuştu. Heyecanım sönmüştü. Tıpkı yolda bir ölü arkasından gider gibi yürüyordum. Başıma bu işi açtığım için, kendi kendime küfürler savuruyordum.

Saat 14,30'du. Divanyolu'ndan, yıkılmış ve bitmiş vaziyette Sirkeci'ye indim, düşünüyordum. Yarışmanın son günüydü ve ben bu yarışmaya giremeyecektim... Düşünüyordum, arkadaşlara ne yalanlar uyduracak, onların alaylı sözlerinden nasıl kurtulacaktım. Düşünüyordum, Yurtta bir ayda harcayacağım ve borç alıp yol parası yaptığım parayı nasıl ödeyecektim. İşte, böylesine bitkin bir halde dönüş biletimi aldım. Fakat ayaklarım beni tekrar mecmuaya sürüklüyordu. Gitmek istemiyordum ama, ne çare elimden bir şey gelmiyordu ki... Dokunsalar ağlayacak haldeydim. Kapıcıya benimle alay etti kanısına kapılıp sinirlenmiştim. Tekrar dönüp intikamımı almaya gidiyordum.



«Mecmuanın kapısına geldiğim zaman saatim 16.30'u gösteriyordu. Sinirli sinirli, «Gelmediler daha değil mi?» dedim. Adam, beni şöyle süzdükten sonra, «Çık, yukardalar,» dedi.

«Ne yapacağımı şaşırmıştım. İçimden adamın boynuna sarılıp, şapur şupur öpmek geldi.

«Yazı işleri odasında büyük bir faaliyet vardı. Makine gürültüleri, gidip gelen insanlar. (Ses Yazı işleri) yazısını okuyunca zaten kısa olan saçlarım, kirpi gibi havaya dikildi. Üstüme bir defa daha çeki düzen verip içeri girdim. Ve içeri girmemle kapının yanında olan portmanto büyük bir gürültüyle yere düşmez mi? Gözlerimi kapayıp Allah'a dua ettim içimden:





«Tanrım, sen varsan eğer, şu yeri aç, ben içine girince de kapa!» diye. Gözlerimi açınca, yedi - sekiz kişinin bu tuhaf duruma hiç aldırış etmediklerini fark ettim. Gayri-ihtiyari en yakın masadaki adama yürüdüm: «Ben, müsabakaya girmek için geldim» dedim. Aldığım cevap, «Resimlerini bırak,» oldu. Yutkunduktan sonra resmim olmadığını söyledim. «Olmaz» dedi. «Öyleyse, İzmir'e döneyim bari» deyince, beni daha dikkatli süzdü. Ta ayak tırnağımdan saçımın teline kadar. Sonra da, karşı masaya seslendi: «Semiral Bey, delikanlı İzmir'den gelmiş, artist olmak istiyormuş, fakat resmi yok. Ne yapalım?» Yine «Allah'ım ne olur canımı al!» diye söylenmeye başlamıştım. Gözlerimi açtığımda, Semiral Bilbaşar yanımdaydı. Bana sorular sordu, cevaplandırdım. Fakat bugün, ne bana neler sorduğunu, ne de verdiğim cevaplan hatırlıyorum.



«İşte yarışmalara böylece girmiş, bana şöhretin kapılarını açacak o sarp yola böylece adımımı atmış oldum. Bunu seçimler, finalistler, birincilik seçimleri takip etti ve müsabakaya Tamer Özyiğitoğlu ismi ile katılan ben, bugünkü Türk sinemasının Tamer Yiğit'i oldum. Ses Mecmuasından çok büyük yakınlıklar ve ilgi gördüm. Bana hayatımın sonuna kadar şükranla anacağım bir istikbal hazırladılar. Hususi ve iş hayatımda en büyük yardımları SES Mecmuasına borçluyum. Böyle bir mecmua ile Türk sineması ve SES okurları ne kadar iftihar etse azdır.



«Şimdi, bu yılkı yarışmaya girecek arkadaş ve kardeşlenme birkaç küçük tavsiyem olacak benim. Bir kere, şartlar ne olursa olsun, bu işe hevesli genç kızlar, erkekler, SES Mecmuası müsabakasında şansını denemelidir. Esas zorluklar seçildikten sonra başlar. Türk sinemasının BM. Meclisi denilen Yeşilçam'da, iyi bir politikacı kadar politik, tilki kadar kurnaz, Herkül kadar cesur ve kuvvetli, cambaz kadar her ipte oynayabilmek lazımdır. Bunu yapamadığınız an, Yeşilçam, ölüm fermanınızı hazırlar. Şöhret, para, alkışlanmak, sevilmek hepsi güzel şeyler. Ama bunları kaybetmek de en az aforoz edilmek gibi kahredici şeylerdir. Eğer bu yazımı okuyup «Beşinci SES Sinema Artisti Yarışması»na girmeyi düşünenler varsa bu son cümlemi hiçbir zaman asallarından çıkarmamalıdırlar...»

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1967 TARİHLİ 51. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir