Cüneyt Arkın İçini Döktü




Acar Film platosunda «Alpaslan’ın Fedaisi Alpago» filminin setindeyiz. Rejisör Nejat Saydam, uzun, tahta bir merdiveni ağaç dallarıyla donatmış, Alpago rolündeki Cüneyt Arkın’ı buradan saraya (!) tırmandırıyor. Oysa, Cüneyt’in tırmandığı yer, platonun tavanı… Seyirci nereden bilecek, bir filmdeki çekim hilelerini?…

Cüneyt Arkın’la randevumuz var. Cüneyt bedbaht, çevresine küskün. Bize bunun nedenlerini anlatacak. Platonun bahçesinde artistlerin, set işçilerinin yemek yediği çardağın altında konuşuyoruz:



- «Mutsuzum» diye söze başlıyor Cüneyt Arkın. «Ama insan neden mutsuzluğundan bahseder? diyeceksiniz. Yeryüzüne mutlu olmak için gelen insanın kaderi, merhametsiz bir çevrenin yabancı elleri ile çizilirse, bu sorunun karşılığı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Herkes bir takım yazılar okumak, bir takım söylentiler dinlemekle bizler hakkında derin, güvenilir bilgiler elde ettiğini sanır. Bizler bütün direnmemize rağmen bir süre sonra bunların bedenen ve ruhen tutsağı oluyoruz.

«İnsanın kendinden bahsetmesi zor. Fakat başkaları yakışıklı, yakışıksız bizden bahsetmekten çekinmiyorlar. Bu, onların en büyük zevki, ya da kazancı oluyor. Bunu en anlayışlı şekilde yaptıkları zaman bile kendimizi tanıyamıyoruz. Öyleyse neden ben kendi kendimi anlatmayayım. Başkasının yarattığı aptal bir efsaneyi yıkmayayım?... Gerçek her zaman en süslü hayallerden daha üstün değil midir?...





«Benim hayatımda iki büyük olay vardır: Biri ablamın ölümü, diğeri karımın beni bırakması.

«Ablam yeşil gözlü, uzun buğday saçlı, burnunun ucu kır zerdalisi çillerle dolu incecik bir kızdı. Bir şubat ayında aramızdan ayrıldı. İstanbul'dan Eskişehir'e sömestre tatili için dönmüştüm. Geç vakitti. Mor, katı bir soğuk, beyaz, kireç duvarlı bir kenar mahallede kol geziyordu. Babamın o günkü yüzü hiç hayalimden gitmez. Bu ıslak yüz, ablamı hatırladıkça zihnimde canlanır ve benim gözlerimi yaşartır.»

Gerçekten, gerçek hayatta hiç ağlarken görmediğimiz Cüneyt'in gözlerinden o an yaşlar dökülüyordu...





«Sabah olmuştu. İstanbul'dan Eskişehir'e her dönüşümde olduğu gibi, geldiğim gecenin ertesinde erkence ablamı ziyarete gitmiştim. Bizden daha aşağıda, yoksul bir mahallede oturuyordu. Kapıyı açtım. Tavşanım ben geldim...' diye bağırdım. Ama ev bomboştu. Ev deliler gibi boştu...

«Tanrı'nın onu benden aldığına hala inanamam...

«Karımın gittiğini söyledikleri zaman da bu eski acı günlere benzer garip bir duyguyla eve koştum. Odaların boşluğunu gördüğüm vakit kötü bir rüyadaymışım da, uyanmak istiyormuşum gibi çırpınmaya başladım. Güler gidemezdi. Yoksul, küçük öğrenci günlerimin anası, ilk iş dönüşlerimde pencerede beni sabırsızlıkla bekleyen kadınım, yüreğimi, yüzümü süsleyen sevgilim beni yapayalnız bırakamazdı.





«Sonra günler geçti. Yalnız kalışım bir gerçekti. Tıpkı ablamın öldüğü günlerdeki gibi...

«İşte o zaman dayanılmaz derecede yorgun, yalnız ve mutsuz olduğumu anladım. Odama kapandım, günlerce gözlerim donuk, kıpırtısız tavana bakakaldım. Acı çekiyordum. Acımı büyüttüm, bekledim. Ve nihayet yıllar sonra katıksız bana ait olan iki şeyi yakaladım: Acımı ve bugünkü sonsuz yalnızlığımı...

«Karım beni bırakmakta haklıydı. O, önceleri incecik, yoksul bir tıp öğrencisi Fahrettin, sonra idealist bir doktor olan benden kaçmamıştı. O, sinema artisti Cüneyt Arkın'dan kaçıyordu...



«Cüneyt Arkın, ayda binlerce lira geliri, sayısız elbise ve ayakkabısı olan, arabalı, adına her kapının açıldığı, çevresinde onun için her şeyi yapacak yüzlerce dostun, kadının dolaştığı, telefonlar edilen, mektuplar yazılan, ağzı viski kokulu aptal bir canavar olmuştu çünkü...

«Bunu nasıl anlayamamıştım?... Karımın gözlerinde son günlerdeki o büyük korkuyu nasıl görememiştim?... Son zamanlarda sık sık tekrarlar olduğu 'Cüneyt Bey, başka emriniz...'deki imayı nasıl fark edememiştim?... Sevgili karımı bile bana düşman eden o dudağımın kıyısındaki alaylı, küçümser tebessümü, kasıntı yürüyüşümü, sinir gururumu ne zaman kazanmıştım?...

«Günlerce geride bıraktığım dört büyük yılın acısını, kederini, zavallılığını yeniden yaşadım.





«Ama bir yerden sonra Cüneyt Arkın da haklıydı... Çünkü o, insan gücünün dayanmasının çok ötesinde merhametsiz ışıklarla aydınlatılmış, sevgisiz, dostsuz, küçük çıkarlar için en güzel şeylerin alabildiğine harcandığı, güçlünün her zaman zayıfı ezdiği; gaddar, düzensiz, uykusuz, kanlı bir savaşın askeriydi. Savaşçıya öldürmeyi öğrettikleri gibi, ona da uzatılan elin ne zaman vuracağını düşünmeyi, sevgide ne gibi çıkarların örtüldüğünü, bağışlanan bir aşkta hangi reklam araçlarının kullanılabileceğini, dostça içilen iki yudum içkiden bile şüphelenmeyi öğretmişlerdi. İnsan sevgisiyle dolu bir yüreğin bu yapmacık, sevgisiz ortamda acısız yaşamasının imkanı var mıdır?...



«Hele o insan, son üç yıldır cumartesi, pazar, bayram demeden uykusuz, toz toprak içinde günde on iki, bazen yirmi dört saat çalışıp da bedenen çökmüşse, onu anlamak daha güçleşmez mi?...

«Ben bunları kimseye söylemedim. Şimdiye kadar hep sakladım...

«Son üç aydır, geçirdiğim kaza sebebiyle belimde kemik kırık olduğunu, aradan fırlayan kıkırdağın sol ayak sinirime basınç yaptığı için günlerce felçli gibi yattığımı, en ufak aksi bir hareketle ebediyen sol bacağımı kullanamayacağımı bilmeme ve bunu filmin rejisörüne bin kere anlatmama rağmen, 'Ben seni bu kavga numaralarını yapasın diye aldım. Benim filmimi bitirmek zorundasın, ondan sonra ne yaparsan yap,' dediği gün, belimden çok yüreğimin acısından bütün gece, sabaha kadar ağladığımı da sakladım...



«Günde bir tüp dolusu ağrı dindirici hap içerek, acıdan dişlerim dudaklarıma geçmiş çalışırken nasıl olduğumu soranlara gülerek 'İyiyim' derdim. Doğruyu bilseler bunu beni yıkmak için ne türlü kullanacaklarını bildiğimi de sakladım.

«Çünkü aslı olmayan dedikodularla mutluluğumun, yuvamın nasıl darmadağın edildiğini, en kutsal şeylerimin bile nasıl eğlence ve reklam aracı yapıldığını yalnız ben biliyordum.



«Kazandığım her lira, her başarı, her ün beni sevdiklerimden ayırdı. Yıllardır herkes gibi bir lokantaya gidip oturup rahat yemeğimi yemekten mahrumum... Gençliğimin geçtiği deniz kıyısında, yoksul bir adamın rahatlığı ile ellerimi sallaya sallaya dolaşamıyorum. Canım insanlarımın otobüslerine binemiyorum. Halkımın meyhanelerine girip içemiyorum. Balık Pazarının yeşil salatalarını, buğulu meyvelerini dolaşa dolaşa satın alamıyorum artık...

«Bütün bunların acısını bir hatıra defterine yazdım. Param, ilgi, başarı hırsım arasına hapsoldum. Bir kukla, bir tutsağım şimdi... Bazen kendi kendime bütün bunların niçin olduğunu soruyorum. Bu direnme, bu kanlı döğüş niçin? Ama şimdi yorgunum. Bin yıl yaşamışçasına yorgun... Artık mutluluk da istemiyorum.»



Cüneyt Arkın konuşuyor, konuşuyor, durmadan konuşuyordu. Bıraksak, sabaha kadar konuşacaktı. Saatin akrebi üç, dört tur atmış, fakat onun derdi bitmemişti...

Arkamızda yorgun bir Cüneyt bırakarak setten ayrıldık. O, daha sabaha kadar çalışacak, «Alpaslan'ın Fedaisi Alpago» filmini bitirecek. Ve ertesi günü de hemen «Bir Şoförün Hatıra Defteri» ne başlayacaktı. Ama mutlu bir hayata yeniden başlamasına artistliği ve şöhreti engel oluyordu.

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1967 TARİHLİ 40. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir