Sinekli Bakkal

«Sinekli Bakkal» üzerine, Edebiyat Fakültesindeki dershanesinde, Halide Edib Adıvar’la konuştuğum zaman yıl 1944’tü ve bugünkü Türkan Şoray, daha dünya yüzüne ayak basmamıştı. Kitaptaki Fuzuli’nin bir gazeli üzerine, İngiliz Filolojisi öğrencilerine:

– «Fuzuli’nin sözleri size Çince gibi gelir, manasını bilmezsiniz!» demiş, ben parmağımı kaldırıp:





- «Bana öyle gelmiyor, biliyorum!» diye bir «bilgi gösterisi» nde bulunmuş, romanlarının hepsini okuduğumu da, bir çırpıda, profesörüme söyleyivermiştim. Halide Edib'in romanları, özellikle, «Sinekli Bakkal» üzerinde açıklama yapmasına, konuşmasını dinleme imkanına bu vesile ile kavuştum. Sonraları röportaj yazarı sıfatıyla, eski hocamla gene romanları üzerinde konuştum. Neticede gördüm ki, «Sinekli Bakkal» ın kahramanı Rabia, Halide Edib'in biraz kendisi, biraz da benzemek istediği «ölmez» bir modeldir.

- «Rabia rolünü Türkan Şoray oynuyor» dedikleri zaman birden 23 yıllık hatıralarım uyanmıştı. Bunları, Kemal Film platosunda 22 yaşındaki genç kadınla konuşurken anlattım ve:





- «'Sinekli Bakkal'ın 'Rabia'sı olmak, ne gibi tesir yapıyor üzerinizde?» diye sordum. Sanki dünyalar onun olmuş gibi sevinçliydi. Gözleri parıldıyor, en derin çizgileriyle gülüyordu.

- «Son derece mutluyum,» dedi. «Ölsem de gam yemem, derler ya, işte öyle... Artık, sinemadan çekilsem de gam yemem... Türk edebiyatının en meşhur kadın kahramanını temsil etmem, bana, yüz yıl yaşasam da erişemeyeceğim bir bahtiyarlık verdi...»

Gözleri sevinçten yaşlanıyordu. Biraz sonra Kur’an okuma sahnesinde de gerçekten iki damla yaş gözlerinden yuvarlandı ve bunu kamera tespit etti.





Rahle önünde diz çökmüş Türkan, artık Türkan değil, Sinekli Bakkal sokağının 'Rabia'sıydı. Peregrini (Ediz Hun) geldi. İspanyol kişizadesi, 20 yaşlarında manastırdan kaçıp Hıristiyanlığı da, rahipliği de bırakmış; İstanbul'a sığınmıştı. Büyükbabası imam olan (Hacı İlhami Efendi) Rabia, daha beş yaşında Kuran'a başlamış, 11 yaşında «kız hafız» olmuştu. İki zıt dünyanın iki insanı, Sinekli Bakkal'ın sihirli havasında sevişir ve evlenirler. İngiltere'de 1935' te İngilizce yayınlanan; mükafatlar kazanan, İstanbul'un 1908 İkinci Meşrutiyet inkılabı öncesindeki insanlarını, sinema filminden çok derin çizgilerle bir anıt gibi ortaya koyan bu dev eser hakkında, şimdiye kadar binlerce sayfa yazı yazıldığı için, biz «Sinekli Bakkal» romanının Türk edebiyatının ölmez eserleri arasında yer aldığını söyleyip gelelim filme: «Sinekli Bakkal» ın filme çekme hakkını Duru Film 1952'de, Halide Edib Adıvar'a 2.000 lira pey vererek satın almış. Fakat, Süreyya Duru 15 yıl «eserin büyüklüğü altında ezilip» beklemiş:





- «Bu eser iki film olurdu. Toplamı 6.000 metreyi geçen iki film... Rabia için Sezer Sezin'e, Kız Tevfik için Mücap Ofluoğlu'na, Peregrini için Cahit Irgat'a avans paralar vermiştim. Ben çekemeyince Şakir Sırmalı, Halide Hanıma 10.000 lira verip almış; senaryosunu yazmış. O da çekemeyince biz Şakir Sırmalı'ya 15.000 lira verip senaryoyu aldık. Kemal Film sahiplerinden Osman Seden bu eseri benden almak isteyince 65 000 liraya ona sattım.

Osman Seden şunları söyledi:

- Bu dev eserin senaryosunu ban yazdım. Rabia'nın küçüklüğünü Zeynep değil, Funda Gürçen adlı kabiliyetli bir kız çocuğu oynuyor. Filmin en güzel tarafı senaryosudur. Romanı, değiştirmedim. Rejisini Mehmet Dinler yapıyor.»





Sette Mehmet Dinler'in asistanı Yücel Çakmaklı (imam - Hatip Okulu mezunu) Türkan'a namaz kılmanın şeklini, adabını, usulünü gösteriyordu. Mehmet Dinler, Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü mezunu bir rejisör.

- «Elimizden geleni yapıyoruz. Halide Edib Adıvar hocamızın ruhuna azap vermeyecek bir eser ortaya koymak için zarar etmeyi bile göze aldık.»

- «Niçin renkli çekmediniz?»

Türkan Şoray sormuştu bu soruyu.

Mehmet Dinler, durdu, yutkundu:





- «Renkli film demek muhakkak sanat değeri olan film demek değildir. Siyah - beyazla da çok iyi filmler yapılır,» dedi. Bu sırada sete Türkan Şoray'ın büyükbabası Ali Şen (İmam), babası Erol Günaydın (Kız Tevfik), annesi Çolpan İlhan (Emine) gelmişti. Konuşmamız kesildi. Ediz Hun da (Peregrini) gelince filmin çekimine devam edildi. Ediz Hun, romandaki gibi sakallı değildi, ama saçlarının yanlarını beyazlatmış, kendi eliyle elbiselerini hazırlatmıştı. «Cüce Rakım» rolündeki Feridun Karakaya ile «Vehbi Dede» rolündeki Kadir Savun ve «Selim Paşa» rolündeki Nubar Terziyan sete gelince yeni bir sahne hazırlandı. Halide Edib Adıvar, sanki Feridun Karakaya'yı tanıyıp romanı tam ona göre yazmıştı. Romandaki sözler, Karakaya'nın her gün söylediği sözlere o kadar benziyordu ki, doğrusu hayret etmekten kendimi alamadım. Filmin daha birçok «kişi» leri var. Abdülhamit devrinin canlı örnekleri... Hepsini saymak, daha hayli yer alır. Onun için, sözlerimizi «Türk edebiyatının en meşhur romanındaki başrolleri oynamak Ediz Hun ile Türkan Şoray'a kısmet oldu. Çok talihli artistlermiş» diyerek bitirebiliriz...

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 3. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir