Yılmaz Güney ile Asker Ocağında Röportaj



Yıllardan beri yerli sinemada askerliğini yapmayan rejisör ve oyunculardan bahsedilir. Geçen yıl, bu konuda bütün gözler, Yılmaz Güney'e çevrilmişti... Sinemamızın «Çirkin Kral»'ına... Gazeteler, mecmualar artık hep Yılmaz Güney'den bahsediyorlardı. Bunları okuyan ve Güney'in vatani vazifesini yapmadığını bilmeyen hayranları da önce hayret ediyorlar, sonra da soruyorlardı: «38 yaşına geldi, ne zaman askere gidecek?»





Her yerde olduğu gibi Yeşilçam'da da, ön plana geçenlerin taraftarları olduğu kadar, aleyhtarları da vardır. Yılmaz Güney ise yerli sinemanın en fazla şimşek çeken ismidir. Hele askerlik lafı ortaya çıktıktan sonra daha da çok çekmeye başladı. Adana'da film çevirirken, inzibatlar tarafından askerlik şubesine götürülmüş, askerliğinin ilk işlemi yapılmasından sonra adeta dillerde sakız olmuştu. Bundan sonra da olaylar birbirini bir yıldırım hızıyla kovalamaya başladı. Nebahat Çehre'yi, söylentilere göre, «otomobili ile çiğneyip kolunu kırdı». Hemen arkasından 450 günlük karısından boşandı. Antalya film Festivali'ne her yıldan daha kuvvetli girmek için harıl harıl film çeviriyor, bir türlü askere gitmek istemiyordu.

«Kurbanlık Katil», «İnce Cumali», «Kozanoğlu», «Seyit Han» gibi filmleri sadece Antalya'ya değil, Berlin film Festivali'ne bile gönderilmek isteniyordu.





YAKALANIŞ

İki filmi aynı anda çevirdiği sırada, 20 mayısta, «Büyük Örfi» filminin setinde «asker kaçağı olduğu iddiasıyla» yakalandı. İstinye'de karakoldan alınan Yılmaz Güney ertesi günü Beyoğlu Askerlik Şubesine getirildi ve 22 ocak 1968'de bulunacağı kıtasına ancak 22 mayısta sevk edildi. Askerlik şubesinde eski eşi Nebahat Çehre ile karşılaşan «Çirkin Kral» söyle diyordu: «Ben askerdeyken kendini dedikodulardan uzak tutmanı temenni ederim!»

Böylece «Yılmaz gitti askere, alır gelir tezkere!» türküsünü Nebahat Çehre söylerken, Yeşilçam'dan bir kral, ama «çirkin» bir kral uzaklaşıyordu. Artık Yeşilçam'da ne «çirkin kral» ne de «güzel kral» kalmıştı. Yeşilçam adeta boşalmıştı.





Yılmaz'ın yakın arkadaşları, «Yılmaz, Sivas'a gitti. Ama bir ay sonra filmciler de Sivas'a damlayacak ve orada izin alıp film çevirecekler Yılmaz'la! Yeşilçam'ın filmcileri artık Sivas yollarına düşecek!» diyorlardı.

Yılmaz Güney, 38 yaşın ak saçlı başını bin bir düşüncenin ağırlığı içinde taşıyarak, kendi kullandığı lüks arabasıyla Sivas'a gitti. Geçtiği yollarda halkın gösterdiği sevgi, avuçlarda alkış oluyor; gökyüzüne, gök gürültüsü gibi yükseliyordu! Otomobili Sivas'a girmeden yolda durdu. Etrafını alan «hayranlan» hayatlarında ilk defa Yılmaz Güney'i aralarında görünce otomobilini, içinde Yılmaz olduğu halde, havaya kaldırdılar.





Yılmaz Güney, İşte benim üç otomobilim de böyle halkın sevgisi yüzünden parçalandı! diyerek acı acı, fakat biraz da iftiharla gülümsüyordu.

Nihayet, arkasına takılan otomobiller, arabalar, çoluk - çocukla birlikte bu çok gürültülü misafir 30'uncu Piyade Alayı Karargahına ayak bastı. Kendini tanıtmadan onu tanıdılar. Bu kadar şöhretli biri gelirse elbet kendini tanıtmaya lüzum kalmazdı.





İLK GÜNLER...

24 ay sürecek askerliğinin ilk günleri, muayene, elbise almak, saç kestirmek, hamama girmek, lüzumlu evrakı tamamlamakla geçti. 30'uncu Piyade Alayı'nın 2'nci Temel Tabur'unun 1'inci Bölüğünde er olarak askerliğini yapan Yılmaz Bütün (asıl soyadı Bütün'dür) artık talime çıkan, nöbet tutan bir eski sinema oyuncusudur. Silah kullanmadaki mahareti ve ustalığı malum olan Yılmaz'a, bölükteki asker arkadaşları gıpta ile, hayranlıkla, sevgiyle bakıyor. Kendi aralarında, «Ben bir röportajını okudum. Bir demir lirayı 50 metre uzaktan vuruyormuş!» diye konuşuyorlardı. Artık hafta tatilinde izinli çıkan erler, Sivas'taki sinemalarda Yılmaz Güney'in filmlerini daha büyük dikkat ve zevkle seyrediyor, kışlaya gelince de, «Yılmaz'ın bir filmini seyrettik, ne yaman nişancıymış,» diye konuşuyorlardı.





ASKER YILMAZ'LA KONUŞUYORUZ

Bizi, Sivas güneşiyle biraz daha yanmış olan yüzünde tebessümler uçuşarak kabul etti. İlk sözü, «Hoş geldiniz arkadaşlarım» oldu. «Yalnız komutanımdan izin aldınız mı? Burada her şeyden önce askerim. Asker olduğum için, askerliğin bütün icaplarını yerine getirmek mecburiyetindeyim. İzin almadan yapacağım bir konuşma, askerliğin icaplarına uymaz.»

Üzerinde haki renkte yepyeni bir er elbisesi, ayağında siyah asker postalları vardı. Saçları kısalmış, bıyıkları kesilmişti. Kısa kesilmiş kır saçlarını parmaklarıyla karıştırarak konuşmaya devam etti, «Bütün gücümü yalnızlıktan ve doğruluktan, inançlarıma bağlılığımdan alırım. Karşımda daima zorluklar, aşılması güç engeller olmalı. Rahatlığı ve mutluluğu sevmiyorum. Mutluluk, insanların kendilerini avutmak için uydurdukları bir masal. Ben, gerçeğin kendisini, hayatın zorluklarını seviyorum...»





Dostoyevski'nin, Tolstoy'un romanları gibi konuşuyordu.

- «Sinemadan ayrılmayı hiç düşünmedim. Birçok jönprömiyeler öldü, yıkıldı, gitti. Ama ben hiç bir zaman jön olmadım ki öleyim? Askerliğimin gecikmesinde sinema rol oynadı. Bana güvenen, bana inanan insanları yarı yolda bırakmak istemedim. Nasıl bırakabilirdim? Yıllarca bir köşede meçhul bir isim olarak kalmıştım. Tam şöhrete eriştiğim sırada askere gitmek, ölümüm demekti. İstediğim filmleri ancak bu yıl yapabildim. Festival yarışmalarına katılacak tam yarım düzüne filmim var. 'Krallık tahtı boş kaldı' diye Yeşilçam' da bir söz çıkmış. Ne yapalım? 24 ay boş kalır, belki de başkası doldurur. Ama, ben Yeşilçam'a döndüğüm zaman öteki artistler gibi, ölü bir şöhret olarak dönmeyeceğim. Çünkü ötekiler kukla oyunculardı. Ben sinemayı, filmi şuurla, bilgiyle, rejisörlüğümle, sanat gücümle, bütün düşmanlarımı yenerek ortaya çıkardım. Kof ve yersiz şöhret yapmadım. Bana krallık tahtını halk verdi. Alsa alsa ancak o halk alır.»





- «Evlilik mi, askerlik mi film çevirmek mi zor?» diye sorduk. Güldü. «Aslında bunların hiç biri güç değil,» dedi. «Hepsinin birtakım şartları ve kanunları var. Ben güçlük diye bir şey tanımıyorum. Güçlük, zayıf insanların icat ettiği bir sözdür. Ben askerde üç saat yabancılık ve güçlük çektim.»

- «Nebahat Çehre için ne dersiniz?»

- «Biz ayrılmışız birbirimizden, ama dostluğumuz devam ediyor. Tekrar evlenmemiz söz konusu değildir. Fakat herhangi bir şeyde bana ihtiyacı olursa onun yanındayım, onun koruyucusuyum.»



Bir sigara yaktı. Eskiden hemen hiç içmezdi, «Asker ocağı güzel, ama gurbet olmasa... Şimdi her şeyden, herkesten, eski dünyalarımdan çok, ama pek çok uzaktayım. Gece ranzada iki elimi başımın altına koyup düşünüyorum. Bazen yandaki yatak arkadaşlarımla konuşuyorum. Başka, bambaşka bir dünyadayım. Sabah erkenden talim. Önce tıraş olup yıkanıyor, giyinip kuşanıyorum. Bölüğün toplandığı alana çıkıyoruz. Sonra 'uygun adım, marş!...' Yollar, adımlar, 'Rap! Rap!' sesleri... Öğlen tekrar kışlaya dönüş... Öğleden sonra ders... Talim ve istirahat... Akşam boru ile uyku... Belki monoton, ama dinlendirici, düşündürücü, kendini tanımak için iyi fırsat veren bir hayat...»



Yılmaz Güney geçenlerde oynanan Sivasspor - Trabzonspor futbol maçından sonra Sivassporlu futbolcu ve yöneticiler Yılmaz Güney'i davet etmişler. Bir ziyafet verilmiş. Yılmaz Güney, «Bütün masraflar benden olursa davetinizi kabul ederim,» demiş. Bu şartı kabul edilmiş ve Yılmaz Güney o geceki yemek için 1.500 lira ödemiş. Yılmaz Güney, bunu söylemek istemiyordu. «Ama mademki biliyorsunuz,» dedi ve anlatmaya başladı. «Bunu reklam vermek istemem. Bu davranışım dostça, insancaydı. Şunu da ilave edeyim ki burada benim para sıkıntısı çektiğimi yazmışlar. Seyircilerim bana yazdıkları mektuplarda, 'Sana para yollayabilir miyiz?' diye soruyorlar. Onlara sizin vasıtanızla cevap vermek istiyorum: İlgilerine ve sevgilerine çok teşekkür ederim. Benim paraya ihtiyacım yok. Seyircilerim üzülmesin. Filmlerden bana para geliyor. İki yıl onlardan gelen parayla bol bol, rahat rahat geçinirim.»



Biz konuşurken Yılmaz'a gelip imza istiyorlar, resim istiyorlar. Bazıları da birlikte fotoğraf çektiriyor. Yılmaz, SivaslIların Sivas şehrinin en muteber misafiri olmuş. Gönüllere girmesini, sempatik görünmesini, kendini sevdirmesini çok iyi biliyor. Nasıl Yeşilçam'a bütün karşı koymalara rağmen girip oturmuşsa, Sivas şehrine de öyle yerleşmiş işte. Tahtını gönüllerde kurmuş!

Ayrılırken ayağa kalktı. Arkamızdan seslendi, «Benden selâm olsun Yeşilçam'daki beylere. Stüdyolar seda vermeli, filmler seslenmelidir!»

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 27. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir