Sema Özcan ve Ediz Hun Ayrıldı




Kervan Sinemasında, fuayede, sol taraftaki bir afiş uzun zamandan beri dikkatimi çeker: Üstte kocaman bir «SEVDA» yazısı ve altında, şapkasını sola yatırmış bir deniz subayı ile onun göğsüne, tam kalbinin üstüne sağ elini koymuş bir genç kız… Afişin önünden her geçişimde bir an bakar: «Yakında bu yan yana duruşları, devamlı ve hayat sonuna kadar sürecek bir beraberlik olacak…» diye tatlı düşüncelere dalardım. Ama artık aynı afişin önünden geçerken, her zaman aklımdan geçenlerin aksine, içimi buruk duygular, acı düşünceler kaplıyor. Zira afişte yan yana duran Sema Özcan – Ediz Hun’un arasına kara- kedi girdi. Evlenmeyle biteceği tahmin edilen arkadaşlık bir bıçak gibi kesildi.





Ayrılık haberi duyulduktan sonra, Ediz Hun'la konuşmak doğrusu bizi hayli yordu. Cihangir'de yeni satın aldığı eve girebilmek, onunla orada Sema Özcan'la ilişkisi, bu ayrılığın nedenleri hakkında uzun uzun konuşmak belki de gazetecilik hayatımızın en güç işlerinden biri oldu. Cihangir'deki bu şahane manzaralı evin bütün eşyalarını Sema Özcan seçmiş, faturasını Ediz Hun ödemişti. Bu evde yaşayacak «evin hanımı» olmayı Sema Özcan istediği için Ediz Hun böyle yapmıştı.

Sema Özcan, ufacık bir süs eşyasından yemek ve yatak odası takımlarına varıncaya kadar her eşyaya kendi zevklerinin damgasını basmıştı. Ediz Hun, bu gerçekten şahane manzaralı evi almadan önce Sema Özcan'a göstermiş, müstakbel gelin, «Çok beğendim, hemen alalım,» dediği için 200.000 lirayı ödemişti. Şimdi ev vardı, eşyalar vardı, her şey vardı, ama Sema Özcan ortada yoktu. Bu eve gelecek gelin, yolunu şaşırmış, Yeşilçam'ın şöhret merdivenlerinde saadetini aramaya çıkmıştı.





Ediz Hun'u SES Mecmuası artist yarışmalarına girdiği sırada, dört yıl önce tanıdım. İnce, uzun boylu, anne babasının tek evladıydı. Çok iyi yetiştirilmişti. İstanbul'da büyümüş, Avrupa'da tahsil görmüş, hassas, yakışıklı bir delikanlı...

Türk filmlerinde olduğu gibi, özel hayatında da romantik tabiatlı olan Ediz Hun, Hülya Koçyiğit macerası bittikten sonra 1966 yılı eylülünde, «Allahaısmarladık» filminin ilk çalışma günü, karşısında uzun etekli kırmızı kadife elbiseler içinde, sarı saçlı, uzun boylu, güzel bir genç kız buldu... O sabah, Boğaziçi'ndeki Suat Sadıkoğlu yalısındaki rıhtımda ikisini de gördüm. Karşı tepelerde yavaş yavaş yükselen eylül güneşi, Sema'nın sarı saçlı güzel başına ışıklarını döküyor, onu İkinci bir güneş gibi göz kamaştırıcı hale getiriyordu...





Lacivert üniformalar, sarı sırmalar içinde Ediz Hun'u gören Boğaziçi'nin güzel kızları kalp çarpıntıları içinde kalıyordu. Filmin çekimi bir ay sürdü. Sema Özcan, Ediz Hun'un otomobiline binerek. Boğaz kıyılarında gezintiler yaptı. «İstanbul'un öyledir sonbaharı - Bir aşk oluverdi aşinalık» diyen Yahya Kemal'in şiiri gibi «aşinalık», artık «aşk» haline gelmişti. El ele, göz göze, diz dize günler geçti. Denize birlikte taş attılar, güneşin batışını birlikte seyrettiler, bülbüllerin sesini birlikte dinlediler, sonbahar yapraklarının uçuşunu birlikte seyredip bu güzellikleri yeni ve büyük aşklarına dekor yaptılar.





Sema Özcan, yerli sinema çevrelerinden hiç hoşnut değildi. Sinemayı bırakacağını söylüyordu. Hatta, tiyatroyu bile belki bırakabilirdi. Hele ufak çocukları, bebekleri o kadar çok seviyordu ki... Rastladıkları sarı, siyah, kumral saçlı çocukları okşuyor, seviyor, tutup havalara kaldırıyordu. Film bitmişti, «Allahaısmarladık» taki çalışmaları sona ermişti, ama onlar birbirlerine bir türlü «Allahaısmarladık!» diyemiyorlardı. Romantik, platonik bir aşk doğmuştu aralarında... Ediz Hun, hayatının en büyük aşkını yaşıyordu. Sema Özcan da aynı duygu ve düşünceler içinde olduğunu belirtiyordu. İki ay, gece-gündüz Ediz'le yürüyüp gezdiğine, Esentepe'deki evine geç vakitlerde döndüğüne göre, o da Ediz'i seviyordu.





1966 yılı kasım ayında Ediz Hun, Sema Özcan'a evlenme teklifi yaptı. Artık Ediz, Sema'ların Esentepe'deki evlerinin en önemli misafiri olmuştu. Evin Çerkez güzeli kızı, ünlü, yakışıklı, genç, güzel, zengin ve iyi yetiştirilmiş, arslan gibi bir «sözlü», bir «nişanlı», müstakbel bir eş bulmuştu.

Tam bir yıl böyle geçti. Birlikte çevirdikleri «Allahaısmarladık» filminden sonra «Beş Fındıkçı Gelin», «Ömrümce Ağladım», «Sevda» filmlerinde, rejisörler, prodüktörler, senaristler onları «şakadan» evlendirmişlerdi. Son çevirdikleri filmdeki düğün sahnesi ve gelin - güvey elbiseleri içindeki fotoğrafları SES'te yayınlanmış; Sema Özcan bu filmin setinde: «Hangi genç kız onunla evlenmek istemez?» demişti.





Fakat Sema Özcan bu sözleri söyledikten bir ay sonra Ediz Hun'dan ayrıldı. Sebebi neydi? Aralarında bir «üçüncü adam» mı vardı? Bu «üçüncü şahıs», araştırmalarımız sonunda meydana çıktı. Evet, bu gerçekten temiz aşkı öldüren bir katil vardı ve bu katil «yerli sinema» adını taşıyordu! Sema Özcan, çalıştığı Kent Oyuncuları Tiyatrosu'ndan bir yıllık izin almış, yerli sinemanın en öndeki kadın yıldızı olmak niyetiyle yola çıkmıştı. Hem Ediz Hun'un aşkına, sevgisine, eşliğine; hem de yerli sinemanın şöhretine, aynı anda sahip olmak istiyordu. Tam 12 ay Ediz Hun'a bu ihtirasını kabul ettirmek için dolaylı, dolaysız savaşlar veren Sema Özcan, Ediz Hun'la yaptığı uzun bir görüşme sonunda şu cevabı aldı:





- «Benim eşim olacak genç kız, sinema artistliğine devam edemez. Ben saadeti evinde, eşinde, evladında arayan kızla evlenirim.»

Sema Özcan bu cevaba, şu karşılığı verdi: «Aşk, sevgi, saadet, her şeyi feda ederim. Ama sinema oyunculuğunu asla bırakamam!»

Sema Özcan, meşhur bir sinema yıldızı olmayı, dünyanın bütün mutluluklarından üstün tutuyordu. Bu istek onda bir «tutku», bir «ihtiras» haline gelmişti. Bir yıl önce yerli sinema çevrelerinden nefret ettiğini söyleyen genç kız, bir yıl sonra o nefret ettiği çevrenin içine girmek için tiyatrosunu, müstakbel kocasını, her şeyini bırakmayı göze alıyordu.



Ediz Hun, evinde gayet sinirli ve üzgündü. Arada bir gözlerini eşyalarının üzerinde gezdiriyor, dalıp gidiyordu. Kah salondaki o sarı koltuklara bakıyor, kah çok güzel yemek odası takımına. Yatak odası, yatak odasındaki minimini, sevimli, modeli Sema Özcan tarafından çizilmiş tuvalet masası ise Ediz'in en çok dalarak baktığı eşyaydı. «Duvarlar boş,» dediğimiz zaman «Ne yapalım,» diye cevap veriyordu, «Oraya asılacak tabloları da ben seçerim.» Nitekim eve biraz sonra ünlü bir ressamımız geldi. Ediz Hun, şöhretli sanatçıya kocaman bir duvar rölyefi ısmarladı. Pişmiş topraktan, tuğla rengi bir kompozisyon.

Aşk mücadelesinde gafil avlanmış, bütün silahlarını samimiyetle Sema'ya vermiş, Eros'un oklarına kalbini açmıştı.



Şu yazıları okuduğunu anda Ediz Hun, yeni satın aldığı evinin balkonundan Boğaz'ın koyu lacivert denizine, Anadolu sahiline sık sık bakarak kanayan kalbine «taş basıyor». Sema Özcan ise, yer!» film yıldızı, mesela bir Türkan Şoray olmak için uğraşıyor. Bir yanda yeni eşyalarım müstakbel eşiyle birlikte seçtiği yeni bir ev onu bekliyor, bir yanda yerli sinemanın şöhreti... Terazinin bir kefesinde Ediz Hun, bir kefesinde şöhret hayali...

«Sevda» başlıklı afişteki kadın eli artık eski manasını kaybetmiş gibi... Bugün bana o manevi yaraları saran yumuşak bir kadın eli olarak değil, kırmızı tırnaklı, yırtıcı bir kuş pençesi olarak görünmeye başlıyor. Tırnaklarındaki kırmızı rengi, kanattığı kalbin kanından alan bir pençe...

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1967 TARİHLİ 48. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir