Sinemanın Doğumu

Yayın hayatına atıldığımız günden bugüne kadar okuyucularımıza sinema dünyasının şöhretleri hakkında geniş bilgi vermeyi vazife edinmiştik. Isadora Duncan, Brigitte Bardot, Elizabeth Taylor, Greta Garbo, Alain Delon, Frank Sinatra ve Marilyn Monroe‘nun hayat hikayelerinden sonra Amerikan sinemasının en büyük armağanı olan Oscar’ın tarihçesi bu konuda yayınladığımız başlıca eserlerdir. Bu defa yirminci yüzyılın en büyük eğlence vasıtalarından biri sayılan sinemanın hayat hikayesini tıpkı bir resimli roman havası içinde sizlere sunuyoruz.



Sinemanın ilk aktörünün kim olduğunu biliyor musunuz? İlk çevrilen aşk sahnelerinin resmini görmek istemez misiniz? Sinemayı basit bir eğlence olmaktan kurtarıp bir sanat haline getirenler ne gibi güçlüklerle karşılaştılar? Bugünkü Hollywood'un yerinde meyve bahçelerinin bulunduğunu biliyor muydunuz? İlk film stüdyosunun içinin, dışı kadar kapkara bir tahta kulübe olduğundan haberiniz var mıydı? İşte bu sayımızda yayınlamaya başladığımız bu ilgi çekici yazı serisinde sinema hakkında şimdiye kadar hiç bir yerde okumadığınız bilgileri bulacak, benzerlerini hiç bir yerde görmediğiniz resimleri göreceksiniz. Sanat dallarının en genci sayılan, aynı zamanda da hakkında en az şey bilinen yedinci sanat sinemanın tarihçesini bu yazı serimizle tıpkı bir film seyreder gibi merak ve heyecanla takip edeceksiniz.





O SİNEMANIN BÜYÜKBABASI: Kim ne derse desin, ilk devirlerde filmcilik bugünkünden çok daha kolay ve masrafsız bir işmiş. Bugün filmciler bir küçük hareketi beyazperdeye aksettirebilmek için günlerce uğraşıyorlar. O bir tek hareket için stüdyoya boy boy lambalar diziliyor, insan boyunu geçen makineler harıl harıl çalışıyor, insanlar arı gibi vızır vızır bir o yana, bir bu yana koşuşuyorlar. Halbuki geçen yüzyılın ilk filmcileri, bu meseleleri pek basit bir şekilde halletmişlerdi. Bir ineğin başını aşağı, yukarı sallaması mı gerekiyor, ondan kolay ne var? Tahta, manivelalı bir levha üzerine yerleştirilen bir inek resmiyle mesele halledilir. İneğin başını sallatmak için levhanın manivelasını bir tek el hareketiyle aşağı indirmek kâfidir! Hani, tıpkı uzunca bir kâğıdın üzerine bir resim çizdikten sonra, kâğıdı kurşun kalemine dolayıp, sağa sola süratle oynatmak gibi! 1835 yılında yapılan bu denemelerin şüphesiz günümüzün sinema anlayışıyla ilgisi yoktu, ama gene de bu manivelayla resim hareket ettirme tekniği için 'sinemanın büyükbabası' demek gerekiyor.





O İLK AKTÖR: Fred Ott, Edison Şirketi'nde memurdu. Dar gelirli, hayali geniş, dürüst, çalışkan ve uysal bir adamcağızdı. Şirket içinde onu sevmeyen yoktu. Fred Ott, boş zamanlarında hayal kurmayı pek severdi, ama günün birinde resimlerinin kitaplara geçeceğini her halde hiç düşünmemişti. Rejisör Dickson, Edison Şirketi'nin ilk filminde rol alacak aktörü ararken palabıyıklı, sakin görünüşlü Fred Ott hemen dikkatini çekti. Olurdu, olmazdı derken nihayet adamcağıza teklifi kabul ettirdiler. Hem bu, o kadar önemsenecek bir iş de değildi ki... Fred Ott, burnuna enfiye çekip şöyle fiyakalı fiyakalı hapşıracaktı o kadar... İlk aktör olarak sinema tarihine adını yazdıran Fred Ott'un çevirdiği filmin adı da çok enteresandı: «Fred Ott'un Hapşırması.»





O İLK HEYECAN: Yıl 1896, New York'ta Olympia Müzikholünü tıklım tıklım dolduran halk, heyecan içinde saatin gelmesini bekliyor. Nasıl heyecanlanmasınlar? Perdede ilk defa sahici tren görecekler, hem de dumanlarını tüttüre tüttüre giden sahici bir tren. Nihayet her şey hazır oldu, salon karardı. Perdede kocaman bir karartı belirdi. Tren geliyordu, hem de son süratle... Ön sıralarda oturanlar birdenbire paniğe kapıldılar. İşin hiç şakası yoktu. Tren gerçekten üzerlerine doğru geliyordu. Hemen yerlerinden fırladılar. Canlarını kurtarmak için çığlık çığlığa kapıya hücum ettiler. Salonda öyle bir panik vardı ki, görmeyin gitsin. Onlar salondan çıkıncaya kadar film bitmiş, salon aydınlanmıştı.





O İLK FİLM STÜDYOSU: İçi, dışı siyah, simsiyah bir portatif kulübe. Dışardan bakan «belki içi renklidir, aydınlıktır» diye ümitlenebilir. Fakat dışına bakmadan içeri girenin de «Belki dışı başka türlüdür» diye düşünmesi de beklenebilir. Oysa sinema dünyasının ilk filmcileri bu binayı stüdyo olarak kullanmayı düşündükleri zaman dahiyane bir buluşla binanın içini, dışını siyaha boyamışlardı... Sinemanın ilk film stüdyosu olan bu binanın içinde film çevrilirken artistler siyah bir fon önünde, fazla ışık oyunlarına lüzum kalmadan pırıl pırıl fotoğraf veriyorlardı. Günümüzün film fotoğrafçıları kusursuz siyah-beyaz netice elde edebilmek için ömürlerini karanlık odalarda çeşitli ilaçları, banyoları deneyerek geçirirlerken, eskiler bu önemli meseleyi böyle basit bir şekilde hallediveriyorlardı! Gerçi ilk film stüdyosu, bugünün milyonlara mal olan dev film stüdyolarıyla hiç bir şekilde karşılaştırılamayacak kadar basit bir stüdyoydu, ama gene de stüdyosuzluktan bir evde seksen film çeviren yerli filmcilerimizi düşününce, hiç olmazsa sadece film çevirmek için özel bir yere sahip olan bu ilk filmcilere gıpta etmemek elden gelmiyor. Yukarıda, Amerika'daki ilk film stüdyosu.





O İLK AFİŞ: Kinetoskop'la rekabet edecek daha mükemmel bir makine icat edilinceye kadar kinetoskopcular rahat rahat çalıştılar. Fakat resimleri küçücük bir delikten değil de karşıda duran büyücek bir perdeden seyretmeyi sağlayan makine ortaya çıkınca işler karıştı. Woodville Latham'ın icadı sayesinde bir resmi aynı anda otuz, kırk kişinin birden seyretmesi mümkün oluyordu. 'Mutoskop' adı verilen bu makineyi kullananların sayısı da artınca rekabet iyice kızıştı. Artık 'mutoskop' ile gösterilecek resimleri halka ilan etmenin zamanı gelmişti. Bir duvar afişi bu işi pekâlâ görebilirdi. 1895 yılında hazırlanan bu ilk afişte şöyle deniliyordu: «HAYATTAN FOTOĞRAFA ALINMIŞ, HAREKET EDEN RESİMLER — MAKİNEYE PARA ATIN VE KOLU SAĞA ÇEVİRİN. İŞTE O ZAMAN PORTORIKALİ KIZLARIN, SAM AMCA'NIN ASKERLERİNİ NASIL EĞLENDİRDİKLERİNİ GÖRECEKSİNİZ.» Bu ilk afişin duvarlara asılması aylarca Amerika'da günün konusu oldu. Her yerde bu konuşuluyordu. Ve afişler de günden güne çoğalıyor, araya rekabet girdiği için güzelleşiyor, daha cazip oluyordu.





SİNEMA VE DİSKOTEK: Hareket eden resimleri seyretmek ve günün sevilen plaklarını dinlemek isteyenler için Los Angeles'te yılında bir «vitaskop» salonu açılmıştı. Fakat seyircilerin üzerine doğru gelen tren hikayesinden sonra müşteriler artık karanlık salonda resim seyretmekten korktukları için, salon aydınlık bırakılıyor, sadece resimlerin gösterildiği yer karartılıyordu. Müşteriler de delikli bir perdeye gözlerini uydurup resimleri seyrediyorlardı. Sağda kinetoskoplar, solda mutoskoplar, ortada pikabın büyükbabası olan fotoğraflar duruyordu. Müşteriler burada az bir ücret karşılığında hem kulak, hem de göz zevklerini müzik dinleyip film seyrederek tatmin etmiş oluyorlardı.





O İLK GÖSTERİCİ: İki tarafında düğmeler, makaralar bulunan büyücek bir kumbarayı andıran tahta bir kutu. Günümüzün dev sinema oynatıcılarını gördükten sonra bu tahta kutunun ilk sinema göstericisi olduğuna inanmak zor geliyor. «Bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk» tekerlemesi gibi bu da, «Bir küçücük kutucuk, içi dolu resimcik.» Edison'un icat ettiği kinetoskopun üst kısmındaki deliğe gözünüzü uydurdunuz mu, hareket eden resimleri seyretmek mümkün oluyordu. İnsanlar, ayaküstü, iki büklüm kıvrılıp birkaç resim seyretmeyi pek cazip bulmamış olacaklar ki, çok geçmeden daha mükemmel makineler icat edildi.





O İLK ÖPÜŞME: 1896 yılında May Irwin'in John C. Rice ile beraber oynadığı «Widow Jones» (Dul Jones) isimli piyes pek tutunmuştu. 'Mutoskop'cular hiç böyle bir fırsatı kaçırırlar mı? Piyesin en can alacak sahnelerinden bir tanesini, öpüşme sahnesini kendilerine mal ediverdiler. O devrin anlayışına göre pek 'ahlâk dışı' olan öpüşme sahnesinin fotoğrafları çekildi. Aman Allah'ım! Sanki yer yerinden oynamıştı... May lrwin'e her yerden teklifler yağıyordu. Sinemanın ilk öpüşen kadını May lrwin, bugün tiyatro, ya da sinema artisti olmak isteseydi, acaba onun bu isteği nasıl karşılanırdı dersiniz?





O İLK KOVBOY: Kinetoskop, mutoskop derken hareket eden resimlerle seyirciye hikaye anlatmak fikri gelişmiş ve Edwin Porter, 1903 yılında hikaye anlatan ilk filmi hazırlamıştı. «Büyük Tren Soygunu» adını taşıyan bu film, doğrusu pek beğenildi ve hemen arkasından, aşağı, yukarı aynı konuları işleyen birkaç film daha çevrildi. Fakat sonradan çevrilenler tabiî ilk film kadar tesirli olamadı. Ama, yıllarca sonra da filmciler, beğenilen bir filmin benzerlerini çevirme huyundan vaz geçemediler. «Büyük Tren Soygunu» filmi George Barnes adının da şöhrete ulaşmasını sağlamıştı. Hele George Barnes, filmin sonuna doğru tabancasını şöyle sallayıp seyircilere doğru bir ateşleyiş ateşlemişti ki, sormayın gitsin!... Daha sonra çevrilen filmlerde de aktörler, George Barnes'i taklitten kendilerini alamadı.

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 1. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir