Dünya Sinema Tarihi



AVRUPA'DA DURUM: 1894 yılında Edison'un Kinetoskobu New York halkına gösterilmiş ve bu şahane icat kısa bir süre içinde yüzlerce müşteri bulmuştu. Fakat bir makineden sadece bir tek kişinin faydalanabilmesi çeşitli aksaklıklara yol açıyordu. Bir Kinetoskoptan birkaç kişinin birden faydalanabilmesi için, bu makinenin yanı sıra bir de «Sihirli Lamba»nın icat edilmesi gerektiğine inananlar vardı. Mesela görüntülerin bir perdeye aksettirilmesiyle mesele pekala halledilebilirdi. Ama nedense Edison bu fikri hiç beğenmemişti. Hatta Kinetoskopun patentini yabancı ülkelere satmayı da bu yüzden kabul etmedi. Fakat Avrupa'da da bilginler boş durmuyorlardı.



Edison'un icadının tesiri altında projeksiyon makineleri yapmak üzere çalışmalara başlamışlardı bile. Londra'da Robert Paul, Paris'te Lumiere Kardeşler icat ettikleri aletlerle seyircilere bir perde üzerinde resimler göstererek sinemacılıkta ilk adımı atmışlardı. Fakat 1897'de Paris'te vuku bulan müessif bir kaza, bu yeni icadın gelişmesini bir süre için önledi... Paris sosyetesine mensup yüz seksen kişi, büyük bir salonda hareket eden resimleri seyrederken büyük bir yangın çıkmış ve bu kazadan bir tek kişi bile sağ kurtulamamıştı... Avrupa'da filmciler, Amerikalılarla yarış ediyorlar ve işin önemli tarafı Avrupa'da çevrilen filmler Amerika'ya ithal ediliyordu.



Bilhassa İngiltere'de Hepworth, British ve Colonial Kinemathograph Şirketlerinin hazırladıkları filmler büyük ilgi görüyordu. Fransızlar, tarihî eserler üzerinde ihtisas sahibi olmuşlardı. 1907 yılında Zecca'nın yönettiği «Şeytanın Yedi Şatosu» filmi (solda) yalnız Fransa'da değil Amerika'da da büyük ilgiyle karşılanmıştı, İtalyanlar ise ünlü romanları hareket eden resimler halinde seyircilere sunma hevesindeydiler. Homeros'un «İlyada»sından Alexandre Dumas'ın «Üç Silahşör»üne kadar okuyucuyu ne kadar heyecana boğan kitap varsa hepsi ilk İtalyan filmlerine senaryo olmuştu...



Avrupalı filmcilerin saltanatı Birinci Dünya Savaşı çıkıncaya kadar sürdü. Harp başladıktan sonra ise sinema sanayii tamamen Amerika'nın egemenliğine girdi. Bu, savaşın sonuna kadar sürdü. Savaş bitince Avrupalılar sinemayı bıraktıkları yerden tekrar ele alıp Amerika'yla yeniden rekabete giriştiler... Avrupa sinemasının Birinci Dünya savaşından sonraki gelişmesini sırası geldikçe sütunlarımıza aktaracağız. Şimdi yine Amerikan sinemasına dönüyor, geçen sayımızda bıraktığımız yerden anlatmaya devam ediyoruz.





GRİFFİTH YENİ BİR DEVİR AÇIYOR: 1915 yılı, sinema tarihi için çok önemli bir yıl oldu. David Wark Griffith, Avrupalı meslektaşlarının başarılarını gölgede bırakmak için yıllar boyunca unutulmasına imkan olmayacak bir eser yarattı... Gerçekten de «The Birth of A Nation» (Bir Milletin Doğuşu) yıllar yılı hafızalardan silinmeyen bir kurdela oldu.. 1875 yılında dünyaya gelen David Griffith, sinema dünyasının eşine ender rastlanan dahilerinden biriydi. 23 temmuz 1948'de hayata gözlerini kapayıncaya kadar da sinema sanatına sayısız yenilikler kazandırmıştır...





Griffith'in ölümsüz eseri «The Birth of A Nation» (Bir Milletin Doğuşu) ilk defa 8 Şubat 1916 gecesi Los Angeles'te Ctune Tiyatrosu'nda gösterildi. Film seyirciyi oyalamak bakımından olduğu kadar sosyal bakımdan önemli bir dökümanterdi. Bu yüzden de hayli ilgi topladı. Amerika'da «Eyaletler» arasındaki savaşın hikayesini anlatıyordu... «Eyaletler arasındaki Savaş» yerine «İç Savaş» kelimelerini kullanmak gerektiğini belki düşüneceksiniz ama o devirde sinemada «İç Savaş» kelimesini kullanmak yasaklanmıştı... Bunun için biz de o devri anlatırken yasaklama uymak zorunda kalıyoruz! Sahibine on beş milyon dolardan fazla gelir kazandıran bu film bugün de özel sinema derneklerinde sık sık gösterilmektedir.





Filmin kadrosu da mükemmeldi... David Griffith'in şöhrete ulaştırdığı Lillian Gish, Mae Mars, Ralph Lewis, Elmer Clifton, Willace Reid ve Raoul Walsh, filmin baş rollerini paylaşmışlardı. Filmin kalabalık sahnelerindeki kamera oyunları bugünün filmcilerini bile şaşırtacak derecede mükemmeldi. Hele heyecanlı savaş sahnelerinde Griffith, akla hayale gelmeyecek derecede gerçekçi davranmaya çalışmış ve büyük başarı sağlamıştı. Bu filmin çekimi sırasında Griffith'i üzen bir tek olay oldu. Filmde figüran olarak çalışan genç bir hevesli birkaç saniyelik rolünde çok büyük başarı sağlamıştı... Griffith bu delikanlıyı baş rolde oynatmak istedi ama geç kalmış, figüran delikanlı Hollywood'un kalabalığı arasına karışıp kaybolmuştu. (Ortadaki fotoğrafta, arkada görünen bıyıklı şahıs).





BUKLELİ SAÇLARIN YARATICISI: Filmciler, artistlerde sanat kabiliyeti aramanın şart olduğuna artık iyiden iyiye inanmışlardı. Bu bakımdan sinema heveslilerinin şöhrete ulaşmaları o kadar kolay değildi... Fakat 'Famous Palyers' şirketinin gözde artisti Mary Pickford'un şöhreti günden güne artmaktaydı... Bu genç ve güzel kadın ne giyse, ne yapsa hemen bütün dünyada moda oluveriyordu... Mary Pickford'un şöhrete ulaşmasının başlıca sebepleri arasında, genç kadının omuzlarına dökülen bukle bukle saçlarının da önemli rol oynadığını hemen söyleyiverelim... Mary Pickiford, sevimli yüzünü süsleyen bukleleri, tatlı tebessümü ve oyun kabiliyetiyle Amerikan sinemasının en gözde yıldızlarından biriydi. Mary Pickford'un o devirde, sinema dünyası için ne derece önem taşıdığını anlamak için, yıldızın aldığı ücrete bir göz atmak kâfidir... Mary Pickford çalıştığı şirketten haftada iki bin dolar alıyordu. Durun daha bitmedi... Ayrıca, çevirdiği filmlerden elde edilen kârın da yarısına ortaktı...





YENİ ŞİRKETLER KURULUYOR: Filmcilik artık iyice kârlı bir iş olmaya başlamıştı. Bazı fırsat düşkünleri de bir kolayını bulup şirket kurmak ve kısa zamanda zengin olmak istiyorlardı... Carl Laemmle'nin de en büyük isteği bir film şirketine sahip olmaktı. Cari bunu gerçekleştirebilmek için gecesini gündüzüne kattı ve nihayet 1915 yılında başardı. Hollywood'un beş mil kadar kuzeybatısında kurduğu stüdyo, 'Universal Stüdyo' adını taşımaktaydı... Carl Laemmle, stüdyoyu kısa zamanda büyütüp bir site haline getirmeyi de tasarlamıştı. Bu tasarısını da yıllarca sonra gerçekleştirebildi. Fotoğrafta, Carl Laemmle, stüdyosunun açılış konuşmasını yaparken görülüyor...



HOLLYWOOD'DA İLK İSVEÇLİ: Greta Garbo, Hollywood'da film çeviren İsveçli artist olarak şöhrete ulaşmıştı. Fakat Garbo'nun devrinden çok önce bir başka İsveçli Anna Q. Nilsson, Amerikan sinemasının şöhretleri arasına girmeyi başarmıştı. Anna Nilsson, sinema artisti olmaya hiç hevesli değildi. Onun İsveç'ten Amerika'ya göç etmesinde maddi sıkıntılar önemli rol oynamıştı. İsveç'te ekmek parasını temin edemeyeceğini anlayınca Amerika'da bir ailenin yanına hizmetçi olarak yerleşmişti. Hizmetçilikten bıkınca bir fotoğraf stüdyosunda modellik yapmaya başladı ve fotoğraf stüdyosundan film stüdyolarına geçmeyi başardı. 1938 yılına kadar Hollywood filmlerinde rol aldı. «Sister's Burden» (Kardeşimin Yükü) isimli filmini 1915 yılında çevirmiş olan Anna Nilsson, fotoğrafta kucağında çocuk olan kadındır. Siyahlı kadın ise, o devrin tanınmış artistlerinden Alice Hollister'dir.





CARMEN'LERİN SAVAŞI: Fransız yazarı Prosper Merimee'nin ölümsüz eseri 'Carmen'in ilk defa bir apartmanın sekizinci katında filme çekildiğini daha önce anlatmıştık. Fakat 'Carmen'in sinemadaki maceraları bu kadarla bitmiyordu. Bu eser, filmciler için bitmez tükenmez bir ilham kaynağı olup çıkmıştı.





New York'ta Metropolitan Operasının baş artistiyken Lasky - Goldwyn Şirketi hesabına film çevirmeyi kabul eden ünlü yıldız Geraldine Farrar'ın ilk çevirdiği film «Carmen» oldu. Film çalışmaları sekiz hafta devam edecek, New York'lu opera sanatçısı bu çalışmalarına karşılık yirmi bin dolar ücret aldıktan başka emrine hizmetçiler, otomobiller verilecek ve oturacağı evin parasını da film şirketi ödeyecekti. Doğrusu Geraldine Farrar'ın film çevirmesinin yaratacağı ilgi filmciler için bu kadar masraf yapmaya değerdi. Nitekim, 1915 yılında «Carmen» filmi sinemalarda gösterilmeye başlayınca filmciler de yaptıkları masrafın karşılığını almaya başladılar.



En insafsız eleştiriciler bile «Carmen» filminin başarısını övmekten kendilerini alamamışlardı. Bu arada William Fox da beynelmilel şöhret sahibi Theda Bara'yı Prosper Merimee'nin ölümsüz eserinde oynatmak için hazırlığa başlamıştı. Eğer William Fox biraz daha atik davranıp da «Carmen»i, öbür «Carmen»den önce piyasaya çıkarmış olsaydı, belki kazancı daha büyük olacaktı... İkinci Carmen, seyirci üzerinde pek büyük bir tesir yaratmadı. Herkes, Geraldine Farrar'ın çevirmiş olduğu filmi daha çok beğenmişti. Theda Bara için, bu film bir yenilgi olmuştu. Ama yıldızın hayranları bu yenilgiyi kabul etmedi.

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 7. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir